28 Mayıs 2023 - Hoşgeldiniz

Çanakkale'nin Dünyaya Açılan Penceresi

yazar

Tülay Hergünlü 18 Mart 2022 - 22:33 - 1260 Kişi Okumuş

ÇANAKKALE GERÇEĞİ

DİLENCİ DURUMUNA DÜŞÜRDÜNÜZ

İktidarınızı, market market gezen vatandaş sandığa gömecek, bilesiniz…
Zorunlu birkaç ihtiyaç için markete girdim. Sebze reyonuna geçtim. Taze soğan ve sarımsak almak niyetindeydim. Taze soğanın demeti 10,50 TL. Önce, yanlış okudum sandım.

Tekrar baktım, hayır, doğru okumuştum. Soğan demetini elime aldım, içleri boş gibiydi. İçimden hem pahalı hem de iyi değil diye söylenerek sarımsağın yanına geldim. Yaşlıca bir bey bana hitaben; “dereotu 10 lira” dedi ve devam etti: “Bunlar bugün mü yetişmiş, nasıl 10 lira oluyor, bu nasıl fiyatlandırma!” dedi.

Gösterdiği yere baktım; evet, dereotu 10,50 TL. idi. Adamcağız söylenmeye devam etti ve “Hani bu marketlere müfettiş gönderip denetleyeceklerdi! Belli ki buralara kimse uğramamış. Şu fiyatlara bakın! Ayıptır, ayıp!” dediBen de “Denetlemek çözüm değil, sorun üretimle çözülür.” dedim. O, beni duymamış gibi elindeki poşeti gösterip “Biraz bakla aldım, indirim yapmışlar.” dedi. Poşete baktım, içinde bakladan başka bir şey yoktu. O da yarım kilo ya da daha azdı.

Canım sıkılmıştı. O bir yöne ben başka bir yöne yürüdük. Patatesin bulunduğu yerde yine karşılaştık. Fiyatı 7,90 olan patatese baktık, kaldık. Etikette, “Adana, taze patates” yazıyordu. Elbette doğru değildi. Taze patatesin nasıl olduğunu bilecek yaşlardaydık. Ben, patatesin hem çok pahalı hem de çok kötü olduğunu söyledim. İkimiz de almadık. Adamcağız söylene uzaklaştı. Ben marketten çıkarken başka bir hanıma dert yanıyordu.

Patatese ihtiyacım olduğu için mecburen başka bir markete uğradım. Burada biraz daha iyi durumda olan patatesin kilosu 8,99 TL idi. Almak zorundaydım. Ben patates seçerken gençten bir adam yaklaştı. Patatesin fiyatını görünce, “Bu ne yaaa! 9 liraya patates mi olurmuş!” dedi.

Marketlerde hanımların şikâyetine alışkınımdır da erkeklerin şikâyetiyle ilk kez karşılaşıyordum.  Önceki marketteki adam büyük ihtimal emekliydi ama bu, gençti. Acaba işsiz miydi? Ben bunları düşünürken o, “Her geçen gün durum kötüye gidiyor. Ne olacak böyle diye?” sordu. Sohbeti siyasete çevirmemek için, başka bir markette fiyatın 7,90 olduğunu ama buradaki patatesin biraz daha iyi olduğunu söyledim. Bana bakıp, “Acaba filanca  markete mi gitseydim? Belki orada daha ucuzdur.” dedi. “Olabilir!” diye cevapladım ve patatesleri alıp kasaya ilerledim. O ne yaptı görmedim. Belki de daha ucuz patates bulacağını ümit ettiği markete gitmişti.

Evet, insanlar market, market dolaşıp ucuz alışveriş yapmanın peşinde koşuyor. Bu anlattığım sadece benim şahit olduğum iki örnek. Çünkü hem firmalar hem de fiyatlar iyice azgınlaştı; durmuyor… Vatandaş sahipsiz. Ne yapacağını, nasıl geçineceğini bilemiyor. Bir oraya bir buraya koşuyor. Emekli deseniz, o banka senin bu banka benim geziyor; hangi banka daha fazla promosyon veriyorsa maaşını o bankaya taşıyor… Bir tanıdığım anlattı: “Gitmediğim banka kalmadı. En uygunu filanca bankaydı, ona taşıdım maaşımı…”

İnsanlar perişan, insanlar aç… Fırınlardan bayat ya da ıskarta ekmek soruyorlar. Çöplerden yiyecek topluyorlar. Hayatın içinde olan herkes bu gerçeklerle her gün yüz yüze geliyor. Ve tüm bu gerçekler ortadayken gözleri ışıl ışıl parlayan Maliye Bakanı, “Türkiye ekonomisini kurtardık.  Dünya, Türkiye Ekonomi Modeli’ ni izlemeye aldı.” şeklinde tuhaf açıklamalar yapabiliyor.

Çok yüksekten aşağılara bakarsanız, yerdekileri ufacık görürsünüz. Bizi yönetenler oturdukları yüksek koltuklardan bakınca ekonomik sıkıntılar onlara çok önemsiz geliyor demek ki… Ya da dünya, “Türkiye Ekonomi Modeli” ni izlemeye aldı derken, Bakan beyimiz, beyninin arka planında neler yaşıyordu, bilemiyoruz. Gözlerden fışkıran ışığı görebilsek de beynin içinde gezinen aklın nasıl çalıştığını göremiyoruz ne yazık ki… Ancak, dünyanın bizi “bu insanlar hâlâ nasıl ayakta duruyor” diye merakından izlediğini tahmin edebiliyoruz. Türk insanının bu derece ağır ekonomik şartlara nasıl dayandığı konusu psikolojinin ya da ne bileyim sosyolojinin konusu olabilir. Bilimsel bir vakayız anlaşılan…

Öte tarafta, günlerdir bir Çanakkale köprüsüdür gidiyor. Tüm yandaş kanallarda günlerdir köprünün açılışı ile ilgili programlar yapılıyor. Muhalif kanallar ise köprünün fiyatına takmış durumda. Nasıl takmasınlar, hazret çıkmış köprü geçiş ücreti için “200 liracık, pahalı mı?” diye soruyor. Hiç pahalı olur mu? Şunun şurasında 200 liracık ne ki! *

“Okul, kızımdan mezuniyet fotoğrafı için yüz lira istemiş. Yok ki! Nereden vereyim…” diye kıvranan, “İnanın size mesaj atmaktan utanıyorum, sizleri rahatsız etmek istemiyorum ama maddi sıkıntılarımız hiç iyi değil, biliyorum hepimiz kötü bir süreçteyiz. Diyorum bir yardım eli uzatan olursa, bizi de unutmayın.” diye utana sıkıla mesaj atan annelere sormak gerek bu “200 liracık, pahalı mı?” sorusunu ya da “Günaydın ablam, soğukta hasta oldular çocuklar. 4-5 torba kömür yardımı yapan yok mu acaba?” diye yakınmak zorunda kalan gururlu babaya ya da ucuz patates bulmak için market market dolaşan adama…

İnsanlar aç, insanlar perişan, insanlar işsiz.  Anneler tencere kaynatma derdinde… Babalar ise evlerini geçindirme…

Yirmi yıldır yatırım olarak duyduğumuz, “Köprü yaptık, yol yaptık…”  Hiç, fabrika yaptık, şu kadar insana istihdam sağladık, gençlerimize çalışacak ortamlar yarattık, dediklerini duyduk mu?

Atatürko savaş ve yokluk ortamında tam 47 fabrika yaptı. Hepsi alanında birer abideydi. Bunlar yirmi yıldır iktidardalar, Atatürk’ün bir fabrikasının benzerini olsun yapabildiler mi? Anca yol yapsınlar, köprü yapsınlar. Ha bir de ihtişamlı camiler ve saraylar yaptılar. Halkın, bunların hangisine ihtiyacı var? Hangisi karnımızı doyuruyor, çocuklarımıza iş imkânı sağlıyor?

Bırakın fabrika yapmayı, Cumhuriyet’in tüm birikimlerini sattılar. Çiftçiyi bitirdiler, esnafı bitirdiler… Ülkeyi Rusya buğdayına mahkûm ettiler. Buğday ambarı Türkiye’de, buğday bırakmadılar.

Gerçek enflasyon %100’ü çoktan geçti. Tüketici faizleri yıllık %56’ya dayandı. Kredi kartı faizleri %1,80-2,10 arasında. Bunlara göre “Nass” lar sadece politika faizi için geçerli demek ki… Benzin 25 liraya yaklaştı. Dünyada petrol fiyatları düşse bile bizde tam tersi oluyor; akaryakıt fiyatları yükseliyor. İnsanlar özelleştirilmiş elektrik kartellerinin eline düşürüldü. Fahiş faturalar hem cep yakıyor hem de can…

Her şey el yakıyor… İnsanlar zorunlu ihtiyaçlarından bile vazgeçmek zorunda kalıyorlar. “Peynirin kilosu 100 lirayı geçmiş. Artık peynir yemekten vazgeçeceğiz” diyen, etin yüzünü unutan insanlar var, bu ülkede…

Bu gidiş nereye kadar?

Bu ülkenin insanlarını yoksullaştırdınız, dilenci durumuna düşürdünüz. Bir kuru soğana muhtaç hale getirdiniz ve hâlâ ekranlara çıkıp, enflasyonu şöyle düşüreceğiz, ekonomiyi böyle kurtardık diye konuşuyorsunuz. Dövizi önce 18 liraya fırlatıp, birilerini zengin ettiniz, ardından da 14 liraya düşürüp, bunu başarı olarak anlattınız.

Ayıptır, günahtır…

O koltuklarda daha ne kadar oturacağınızın hesabını yapadurun, bu millet her şeyin farkında… İktidarınızı, market market gezen vatandaş sandığa gömecek, bilesiniz…

Çünkü bu millet bir kuru soğana muhtaç olmayı hak etmiyor…

Bu, geçmişi, şanla, zaferlerle bezenmiş Türk milleti insanca yaşamayı hak ediyor…

Tülay Hergünlü

İstanbul, 22 Mart 2022

* Aslında 15 Euro+KDV yani yaklaşık 290 lira. Gidiş dönüş, 580 lira.

………………………………………………………………………………………………………………….

ÇANAKKALE GERÇEĞİ

1915 yılına gelindiğinde Türk askeri pek çok cephede savaşmaktadır. 

Kafkas (Doğu) cephesi, Filistin cephesi, Hicaz cephesi, Yemen cephesi ve Irak cephesi… Avrupa’da ise Galiçya, Makedonya ve Romanya cephelerinde, Anadolu evladının kanı akmaya devam etmektedir. Bir cephe daha vardır ki, hem önemlidir hem de özeldir; Çanakkale cephesi. Önemlidir çünkü emperyalist ülkelerin Türkiye üzerindeki planlarının ilk bozulduğu yerdir; özeldir çünkü Mustafa Kemal’in, tarih sahnesinde adını duyurduğu ilk cephedir.

“18 Mart’ta, Çanakkale Boğazı’nı geçmeye teşebbüs eden İngiliz donanması, ağır bir zayiat vererek geri çekilir. Çanakkale’nin geçilemeyeceği anlaşılır. 25 Nisan’da ise İngilizler, Seddülbahir ve Arıburnu bölgesinde çıkarma hareketine başlarlar.

Mustafa Kemal, düşmanın Kocadağ ile Kabatepe’yi ele geçirerek, Eceabat ve Kilitbahir yolunu açmak oradan da İstanbul’a ulaşmak için Arıburnu’na asker çıkardığını anlamıştır. Haritada Kocadağ’ı göstererek, ‘Bu kütle Gelibolu Yarımadası’nın kilididir. Burası ele geçerse savaş daha başlamadan biter!’ der ve tarihin akışını değiştirecek kararını verir. Arıburnu’na yetişecek, düşmana taarruz edecektir. Suçlu görülebilir, mesleğinden uzaklaştırılabilir, hatta idam bile edilebilirdi. Ama o aldırmaz; hareket eder ve 27. Alay’ın sağ yanının gerisine yetişir. Yalnız 27. Alay değil, yalnız Arıburnu değil, Boğaz; dolayısıyla da İstanbul kurtulmuştur. Alman Komutan Liman von Sanders, izinsiz hareket eden Mustafa Kemal’in ne korkunç bir felaketi önlediğini, kendisini bir gün içinde, yenilen bir ordunun komutanı olmaktan kurtardığını unutmayacaktır.”*

Düşman kuvvetleri, Mustafa Kemal komutasındaki 19. Tümen kuvvetlerinin taarruzu ile geri çekilmeye mecbur edilir. Düşman çıkarması 26 ve 27 Nisan günleri de devam eder; ne var ki Mustafa Kemal komutasındaki Türk askerinin destan yazan savunması karşısında başarısız olurlar.

Düşmanın 6 Ağustos’ta takviyeli kuvvetlerle başlattığı taarruzlar ve Anafartalar bölgesine asker çıkararak bu bölgeden ilerleme girişimleri de Mustafa Kemal’in o eşsiz askerî dehası ile aldığı önlemler sayesinde gelişme imkânı bulamaz. 9 ve 10 Ağustos’ta, Anafartalar bölgesinde ve Conkbayırı’nda İngilizlere taarruz edilerek düşmana ilerleme fırsatı verilmez ve tekrar, çıkarma yaptığı kıyılara geri itilir. Nihayetinde ise İngilizler, 19/20 Aralık gecesi sessiz sedasız Çanakkale’yi tahliye ederler.

Çanakkale geçilememiştir…

Çanakkale zaferleri sonrasında albaylığa terfi eden Mustafa Kemal, Anafartalar’da gösterdiği üstün başarıdan dolayı General Liman von Sanders’in emri ile “Anafartalar Grubu Komutanlığı” na getirilir. 19. Tümen Komutanlığı görevindeki üstün başarıları nedeniyle Gümüş İmtiyaz Madalyası, Çanakkale savaşlarındaki üstün başarıları nedeniyle Gümüş Liyakat Madalyası, Anafartalar Grup Komutanlığı görevindeki üstün başarıları nedeniyle Altın Liyakat Madalyası da alan Anafartalar Kahramanı Mustafa Kemal’in adı, her ne kadar İstanbul basını üzerini örtse de, yavaş yavaş duyulmaya başlamıştır.

Çanakkale’de elde edilen kara ve deniz zaferleri ile büyük emperyalist plan sekteye uğramış; Boğazlar, dolayısıyla da İstanbul ve Anadolu’nun kapıları emperyalist devletlere kapanmıştır. Ne zamana kadar? Mondros Mütarekesi (Ateşkes Anlaşması)’ ne kadar…

1918 yılı Osmanlı İmparatorluğu’nun tam teslimiyet fermanı olan Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı uğursuz bir yıldır. Anlaşma, 30 Ekim 1918 tarihinde, İtilaf Devletleri adına, İngiliz Akdeniz Filosu komutanı Amiral Sir Somerset Arthur Gouch Calthorpe ile Osmanlı Devleti adına Rauf, Reşat Hikmet ve Sadullah Beyler tarafından imzalanır. İmparatorluğun başında, son padişah VI. Mehmet Vahdettin bulunmaktadır. İngilizler hiç vakit kaybetmeden, Musul’u işgal ederler. (3 Kasım 1918) Ortadoğu petrollerinin ele geçirilmesi için ilk adım atılmış, petrol zengini Musul ele geçirilmiştir.

Almanya I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıktığı için Osmanlı Devleti de “yenilmiş” sayılmıştır.

Liman von Sanders Paşa’nın; “Yenildik, bizim için her şey bitti!” sözüne karşılık, yetkiyi teslim alan Mustafa Kemal Paşa; “Savaş müttefikler için bitmiş olabilir ama bizi ilgilendiren savaş, kendi istiklalimizin savaşı, ancak şimdi başlıyor.” karşılığını verir.  İşte bu sözler, Adana’da Kurtuluş Savaşı’nın ilk emri olarak kabul edilmiş ve tarihe geçmiştir. Mustafa Kemal haklıdır; Türk kurtuluş savaşı yeni başlamaktadır.

Mondros Ateşkes Antlaşması’nın 7. ve 24. Maddeleri gereği Türk toprakları işgal edilir. Türk’ü Çanakkale’de teslim alamayanlar, tek bir adamın, padişahın attığı imza ile masa başında teslim alma başarısını gösterirler. Mütarekeye en sert tepki, o tarihte Adana’da bulunan Mustafa Kemal’den gelir. Mustafa Kemal, bu hükümler aynen uygulandığı takdirde vatanın işgal ve istila edileceğini bildirerek yetkilileri uyarır. İngilizlerin Musul’dan sonra İskenderun’a da asker çıkaracağını öğrenince, İngiliz kuvvetlerine karşı mücadele edeceğini bildirir.

Bunun üzerine telaşlanan hükümet, Yıldırım Ordu grubunu lağvederek, Mustafa Kemal’i İstanbul’a çağırır. Mondros Antlaşması gereği itilaf devletlerine ait büyük bir filo İstanbul boğazına girerek şehri işgal eder. İngiliz donanmasına ait zırhlılar toplarını Dolmabahçe Sarayı’na çevirirler. Bu duruma bizzat şahit olan Mustafa Kemal yaverine, “Geldikleri gibi giderler!” diyecek ve haklı çıkacaktır.

***
Sonuç olarak Lozan’da Türkiye’nin hemen tüm istekleri kabul edilerek anlaşma imzalanır. Öncelikle İstanbul ve Çanakkale’nin boşaltılması konusu İstanbul’daki yüksek komiserliklere bildirilir. İşgalcilerin en geç altı hafta içinde Türkiye’yi terk etmeleri gerekmektedir.

Öyle de olur…

***

18 Mart 1915, tarihte bir dönüm noktasıdır. Çanakkale zaferleri, Türkiye Cumhuriyeti Devleti henüz kurulmadığı için, birileri tarafından Türk ordusunun değil, Osmanlı ordusunun emperyalist ülkelere karşı kazandığı bir zafer olarak kabul edilmektedir. Hatta bazı kafalara göre Osmanlı’nın son zaferidir.  Çanakkale’den sonraki zaferler kabul edilmez. İstiklâl Savaşı ise bu kafalara göre “yok” hükmündedir. Oysaki burada tarih sahnesine çıkan Osmanlı paşası, bir Türk subayıdır ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kuracak olan isimdir; Mustafa Kemal Atatürk… Bunu kabul etmezler.

Tarihi saptırmak, tarihten Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarını çıkartmak ya da üstlerini örtmek isteyenlere inat, tarihi gerçekleri yazmaya devam edeceğiz; bıkmadan ve usanmadan…

18 Mart 1915, Çanakkale Deniz Zaferimiz kutlu olsun!

Bize bu vatanı emanet eden, Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları ile şehitlerimize Allah’tan rahmet diliyorum.

Tülay Hergünlü

 

Yararlanılan Kaynaklar:
*Turgut Özakman; Diriliş, Bilgi Yayınevi 2008, s. 237-239 ve 264
Tülay Hergünlü, “İngiliz Sicimi’nden Amerikan Bezi’n

…………………………………………………………………………………………………..

Kimsenin “haberinin olmadığı” 19. Tümen (1)

Şevket Süreyya Aydemir diyor ki; “Tarih belki de hiç kimsenin eseri değildir. O, kendi örgüsünü kendi tezgâhında, kendisi dokur. İnsanlar, fikirler ve devletler bu tezgâhın örgüsünde, onun kanuniyetlerine göre işlenir dururlar. Eğer bu kanuniyetler içinde bir yerimiz, bir misyonunuz varsa ve onu kullanmayı başarabilirsek tarihin örgüsüne renk, şekil veririz. Bu örgüye damgamızı vururuz.”

İttihatçılar, Fethi (Okyar) Bey’e Sofya sefirliğini teklif ederler. Teklifi getiren Talat Bey’dir. Durumun teyidi için, Mustafa Kemal ve Fethi BeyCemal Paşa’nın evine giderler. Cemal Paşa, “Kemal, sen de oraya gitmelisin.” diyecektir. Teklifler ister istemez kabul edilir. (Kasım, 1913) Falih Rıfkı bu kararı incelediğinde şöyle diyecektir: “Gitmeyip de ne yapacaktı? … Ne orduda kalarak Enver’le uyuşmasına veya çarpışmasına ne de politikacı olarak İttihatçılarla uzlaşmasına veya savaşmasına imkân vardı.”

Sofya’daki ataşemiliterlik görevi âdeta sürgündür. Dünya Harbi başlamıştır. Mustafa Kemal, Avrupa’daki durumu değerlendirdiği ve İstanbul’da bulunan Dr. Tevfik Rüştü (Aras) Bey’e yazdığı mektuplarda şöyle der; “… Bu savaş çok uzun sürecektir. Ona girmekte geç kalınmaz; bundan korkup acele etmeyelim… Ve böyle mekik gibi bir doğuya bir batıya gide gele Alman ordusunun hali ne olur?..” (1914)

Mustafa Kemal, Sofya’da unutulmuş gibidir, kırgındır ancak; “… Şahsî gücenikliklerimi katiyen bir takım menfi teşebbüslerle tatmine kalkmak adiliğine tenezzül etmem…”  düşüncesiyle yürümeye devam edecektir. Vatan ve millet sevgisiyle dolu olan bir yüreğin bu cümlesini genç kuşaklara aktarmak Cumhuriyet’e borcumuzdur. Bugünkü siyasetin ihtiyacı olan, tam da bu sarsılmaz karakter yapısı değil midir?

Mustafa Kemal’in huzursuzluğu her geçen gün artmaktadır: “Türkiye Almanlar cephesinde vaziyet alırsa… Türkiye Almanlar için harbe girerse? Şu İstanbul’dakilerden her şey beklenir!..”

Arkadaşı olan Sefir Fethi Bey’i sürekli uyarır ve, “… Bu harp bizim harbimiz değil!… Aslına bakarsan benim burada ne işim var ki?” der. Körü körüne bir Alman hayranı olan Enver Paşa için ise; Bu Enver’e bu kadar ön vermeyecektik, Fethi!..” diyecektir.

Fethi Bey’in tek yaptığı ise sessizce dinlemek olacaktır.

Avrupa’da peş peşe harp ilanları başlamıştır. Türkiye de Almanya ile ittifaka girer, Dünya Harbi’nin altıncı günüdür. Bugün artık belgelerle de kanıtlanmıştır ki; “İttifak yapılırken ne padişaha ne kabineye ne Meclis’e haber verilmiştir.”

Ardından, İngilizlerden kaçan iki Alman harp gemisinin Enver Paşa’nın onayı ile Çanakkale’ye sığındığı bilgisi gelir. Saray damadı Enver bu olayı; “Müjde, bugün bir oğlumuz oldu!” cümlesiyle duyurur. (11 Ağustos 1914) Aydemir, şöyle yazar bu cümlenin ardından:

“Evet, belki bir çocuğumuz olmuştu ama, bu çocuk pek yakında ve hiç acımadan anasını boğacaktı…”

Birtakım oyunlarla iki Alman gemisi “Türkleştirilir” ancak iki geminin de kumandası, başına buyruk Amiral Souchon’ un elindedir ve Souchon doğrudan doğruya Alman Genelkurmayı ile hareket etmektedir. Alman İmparatoru Wilhelm de Bulgaristan Kralı Ferdinand’ın kendi saflarında olduğunu belirten mektubunu cebinde taşıdığını söyler.

Oysa bu düpedüz yalandır ve ardından da facia patlak verir.

Alman Sefareti ve Amiral Souchon’ un saldırı fikri, Enver ve Cemal Paşaların tertibiyle gerçekleşir. Türk bayrağı çekilmiş, kırmızı fesli Alman mürettebattan oluşan iki gemi Karadeniz’e geçer, Rus şehirlerine ve donanmasına saldırır. Karadeniz saldırısından 13 gün sonra resmi harp ilan edilecektir. İmparatorluğun kaderini, Almanya, Avusturya ve Macaristan’ın kaderine sorumsuzca bağlayanlar; “birbirinden sorumsuz, birbirinden mutaassıp” dört kişidir: Enver Paşa, Talât Bey, Halil Bey ve Mısırlı Sadrazam Sait Halim Paşa!

Haberi okuyan Mustafa KemalSefir Fethi Bey’e şöyle diyecektir: “Enver’den ancak bu beklenirdi. Türkiye bu harpten sağ çıkamaz…”

1923’e gelindiğinde, “Demokrasi, insan ırkının umududur.” diyecek olan Mustafa Kemal, elbette Saray ve uzantısı olan her türlü kavramın ne anlama geldiğini yakından bilmekteydi. Bu kavramlar, Türk milletinin gün yüzü görememesi demekti. Ne acıdır ki, bir asır sonra Türk milleti yine bu kavramlarla yüz yüze! Şimdinin sorumluları ise Cumhuriyet değerlerini şekilden ibaret sanan sözde aydınlarla, demokrasiyi araç olarak kullananları alkışlayanlar ve Veda Hutbesi’nde, “Soyunuzdan sopunuzdan medet umarak benim yanıma yaklaşmayın.”  diyen bir Peygamber’e inandıklarını söyleyenlerdir.

***
Mustafa Kemal “Ben ordunun, kayıtsız şartsız bütün sırlarıyla Alman Askeri Heyetine verilmesine, teslim edilmesine çok müteessirdim. Daha karar verilmeden önce bir tesadüfle bu olayı öğrendiğim vakit sesimin erişebildiği makamlara kadar itirazlarda bulunmayı vazife saydım. İtirazlarıma hiç kimse cevap vermedi… Cevap vermeye lüzum görmedi.” diyecektir.

Mustafa Kemal, ülkeye dönme isteğini, “Ordu içinde rütbemle mütenasip herhangi bir vazifenin bana verilmesini rica ettim.” ifadeleriyle defalarca dile getirmiştir. Ülkesi kanlı bir savaşın içindeyken, bir sefarethanenin bomboş salonunda oturmaktan bunalmıştır. Cevap gelmediği takdirde görevini bırakıp İstanbul’a gitmeyi kafasına koyar, “ne olacaksa olsun” dur. Nihayet İstanbul’dan beklediği cevap gelir; 19. Tümen Kumandanlığına atanmıştır.

***
Sarıkamış faciası yaşanmış, Enver İstanbul’a dönmüştür. Mustafa Kemal de İstanbul’a gelmiştir ancak bir sürprizle karşılaşır; tümenini teslim almak için Genelkurmay’a gittiğinde bu tümenin varlığından kimsenin haberi olmadığını öğrenir. Enver Paşa’yla görüşen Mustafa Kemal, 19. Tümen’in nerede ve hangi kolordunun emrinde olduğunu sorar. Rengi solmuş Enver Paşa’nın cevabı, kesin bilgi için Genelkurmay’la görüşmesi gerektiği yönündedir. Oysaki Mustafa Kemal, bizzat kendisinin Erzurum’dan gönderdiği bir telgrafla bu göreve tayin olmuştur.

“Mustafa Kemal, doğru Genelkurmay dairesine başvurur.” Kendisini On Dokuzuncu Tümen Kumandanı Yarbay Mustafa Kemal diye tanıttığında ise “herkes şaşkınlıkla onun yüzüne bakar.”  Mustafa Kemal daha ileride şöyle diyecektir: “Düşününüz, âdeta sahtekâr vaziyetinde idim.”

Liman von Sanders Paşa’nın dairesine başvurması söylenir fakat Paşa’nın kurmay başkanı Kâzım Bey’in de bilgisi yoktur 19. Tümen hakkında. Mustafa Kemal’e, 3. Kolordu’nun yeni bir tümen kurmayı tasarlamış olabileceğini ve bu nedenle Gelibolu’ya gitmesini öneren Kâzım Bey“Hareketinizden önce sizi Kumandan Paşa ile görüştüreyim.” der. Mustafa Kemal sonunda Liman von Sanders’le görüşür ancak sorusu yine cevapsız kalır. Sanders’i asıl ilgilendiren, Sofya’da ataşemiliter olduğunu öğrendiği Mustafa Kemal’in, Bulgarların harbe katılıp katılmayacakları konusundaki görüşleridir. Mustafa Kemal, Bulgarların Alman ordusuna güven duymadıklarını ve bu konuda da haklı olduklarını belirtir. Bu cümle üzerine Sanders öfkeyle ayağa kalkar. Bu ayağa kalkış, Mustafa Kemal’e, odadan çıkması gerektiğinin işaretidir. Daha sonra Çanakkale’de ancak eşit şartlarda karşılaşacaklardır.

Düşmanın, Çanakkale Boğazı’na yönelerek; Ertuğrul, Seddülbahir, Kumkale ve Orhaniye tabyalarına ilk taarruzu 3 Kasım 1914’tür, ileriki aylarda da tekrarlanacaktır. Mustafa Kemal o günlerde hâlâ Sofya’dadır ve henüz İstanbul’dan cevap alamadığı günlerdir. Cevap, 20 Ocak 1915’te gelecektir.

Yukarıda ifade edilen sürecin sonunda, Mustafa Kemal birtakım zorluklardan sonra Tekirdağ’da kuruluş halinde bir 19. Tümen bulacak (2 Şubat 1915), kuruluşunu tamamlayacak ve tümen karargâhını Maydos’a (Gelibolu yarımadası) nakledecektir.

107 yıl önce 1915’in 25 ve 26 Şubat günlerine işte böyle gelinmiştir.

Mustafa Kemal, 19. Tümen Komutanlığı üzerinde olmak üzere, Maydos Bölgesi Komutanı olarak da görevini sürdürür. İngiliz ve Fransız harp gemilerinden oluşan Birleşik Filo, Çanakkale Boğazı’nın, 19 Şubat 1915’te tahrip edilemeyen bazı giriş tabyalarını yeniden topa tutar. Karşı topçu ateşimizle düşman gemilerine ağır kayıplar verdirilir ancak tabyalarımız da ağır tahribata uğramıştır.

Ertesi sabah Birleşik Filo, Çanakkale Boğazı giriş tabyalarını yine topa tutacak, öğleden sonra bir müfreze Kumkale’ye diğer müfreze de Seddülbahir’e çıkacaktır. Ancak kuvvetlerimizin direnişi ve ateş açmasıyla düşman, çıkış yaptığı gemilerine geri dönecektir. Mustafa Kemal, Sağ ve Sol Yan Müfreze Komutanlıklarına verdiği emirlerle, düşman müfrezelerinin saldırmaya çalıştığı yerlerin önemine dikkat çekecek ve çıkarma yapmaya devam eden Birleşik Filo, 4 Mart’ta yeniden püskürtülecektir.

18 Mart 1915’e gelindiğinde ise Çanakkale denizden geçilmez olacak, ardından kara savaşları başlayacak, iki ay önce “kimsenin yerini bilmediği” 19. Tümen, Mustafa Kemal Atatürk’ün komutasındaki binlerce askeriyle çarpışmaya devam edecek ve Gelibolu yarımadasında tarih yeniden yazılacaktır.

Canan Murtezaoğlu

Yararlanılan Kaynaklar:
Şevket Süreyya Aydemir; Tek Adam, Cilt I, s.172-211
Prof. Dr.. Utkan Kocatürk; Kaynakçalı Atatürk Günlüğü
Niyazi Ahmet Banoğlu; Atatürk’ün İstanbul’daki günleri, s. 35

………………………………………………………………………………………………………………

18 Mart’ta yaşananlar… 19. Tümen (2)

Birleşik Filo 4 Mart’ta Kumkale ve Seddülbahir’e çıkarma girişiminde bulunur. Ancak İngiliz kuvvetleri şiddetli karşı ateş ve süngü hücumları sonucu ilerleyemez. Mustafa Kemal“…sahile çıkmış olan düşman mutlaka denize dökülecektir.” emrini vermiştir. Kahramanca savaştığı için nişan verilmesini istediği Mehmet Çavuş için de şöyle diyecektir: “O zaman, hep ağızlarda işitip okuduğumuz bir Mehmet Çavuş çıkıyor, toprağımıza ayak basan düşmanı tekrar denize atıyor.”*

Birleşik Filo yani; “İngiliz ve Fransız gemileri, 7-8 Mart’ta merkez istihkâmlarına saldırmaya başladılar. 11-12 Mart’ta aynı hareketler tekrarlandı. Savaş çok şiddetli oluyordu. Nihayet 18 Mart’ta İngiliz ve Fransız filoları bütün kuvvetleriyle ve Boğaz’ı geçmek için en büyük saldırılarını yaptılar.”**

İtilaf donanması saldırı planını 3 dalga halinde düzenlemiştir.

Birinci hatta; QUEEN ELIZABETH, AGAMEMNON, LORD NELSON, INFLEXIBLE gemileri ve bu hattın sağ ve sol gerilerinde P. GEORGE ile TRIUMPH gemileri bulunmaktadır.

İkinci hatta; Fransız GAULOIS, CHARLEMANGNE, BOUVET ve SUFFREN zırhlıları ve hattın sağ ve sol gerilerinde İngilizlerin MAJESTIC ve SWIFTSURE gemileri bulunmaktadır.

Üçüncü hatta; eski İngiliz zırhlıları VENGEANCE, IRRESISTABLE, ALBION ve OCEAN vardır.

Sabah 10.00’da boğaza girmeye başlarlar. Saat 11.00’da ilk hat zırhlıları Çanakkale’ye 12 km. mesafedeki mevkilerine gelir. TRIUMPH zırhlısı ilk mermisini saat 11.15’te ateşler ve savaş başlar. Düşmana ilk karşılık MESUDİYE ve DARDANOS tabyalarından verilir. Saat 12.00’a geldiğinde ÇİMENLİK tabyasındaki cephaneliğimiz infilak eder, NAMAZGÂH ve ANADOLU HAMİDİYE tabyaları yerle bir olur.  Ancak Türk topçusunu ilk mermileri de AGAMEMNON zırhlısını vurur, çelik zırhını parçalar. Ardından INFLEXIBLE zırhlısının komuta köprüsünde yangın çıkar, diğer birçok zırhlı isabet alır.  Fransız zırhlıları Çanakkale’ye 7 km. kadar sokulur. Savaşın en şiddetli saatleri yaşanmaktadır. GAULOIS zırhlısı, ağır yara alarak savaşamaz hale gelir. BOUVET zırhlısı da RUMELİ HAMİDİYESİ tarafından ağır yara alır, yırtılan çelik gömleğini yenilemek üzere geriye kaçarken saat 14.00’da aldığı mayın yarasıyla birkaç dakika içinde burnu havaya kalkar ve Boğaz’ın derinliklerinde gözlerden kaybolup gider. Olay; düşman donanmasında büyük bir şok yaratır.

7/8 MART 1915 gecesi Dz. Yzb. Hakkı komutasındaki NUSRAT mayın gemisinin gayet planlı bir şekilde ve tek sıra halinde sulara bıraktığı mayınlar, BOUVET’i sulara gömmüştür. Bouvet’in imdadına koşan SUFFREN ve GAULOIS da aynı akıbete uğrarlar. Saat 15.00’te IRRESISTABLE ve onu takiben 16.30’da INFLEXIBLE mayına çarparak batar. Rumeli tabyasından SEYİT ONBAŞI’nın attığı top mermisi OCEAN’a isabet eder. Kontrolü kaybeden gemi dönerek kıyıya yaklaşır.  OCEAN da BOUVET’in batmakta olduğu yerde bir mayına çarpar ve batar. Amiral de Robeck, saat 17.00’da donanmanın geri kalan zırhlılarına geri dönüş emrini verir.

ÇANAKKALE GEÇİLEMEMİŞTİR!

Amiral J. de Robeck komutasındaki İngiliz ve Fransız donanmaları ağır zayiat vererek yenilmiştir. Deniz yenilgisinin altında kalan İtilaf Devletleri; bu kez de İstanbul’u almak için kara yolundan giderek denemeye karar verirler. Bu yolun Gelibolu yarımadasından geçtiğini düşünürler ve kara ordularını Gelibolu’ya çıkartırlar.

Mustafa Kemal, Çanakkale Müstahkem Mevki Komutanı Cevat (Çobanlı) Paşa ile Seddülbahir’deki korunma önlemlerini göstermek için Kirte’ye gider. Düşman ordusunun, Boğaz girişini ateş altına aldıklarını görmüşlerdir. Ertesi sabah yani 19 Mart’ta Mustafa Kemal 19. Tümen birliklerine şu emri verecektir:

“… Türlü kaynaklardan gelen bilgilerde düşmanın çıkarma için hazırlıklarda bulunduğu anlaşılmaktadır… Birlikler, kendi bölgelerinde savunma tertibatını bir an önce bitirmelidir…”***

Çanakkale kara savaşları başlamak üzeredir…

 Canan Murtezaoğlu

Yararlanılan Kaynaklar:
*Ruşen Eşref Ünaydın; Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal ile Mülâkat, s.10
**Şevket Süreyya Aydemir; Tek Adam Cilt I, s.216-217
***Prof. Dr. Utkan Kocatürk; Kaynakçalı Atatürk Günlüğü, Atatürk Araştırma Merkezi

………………………………………………………………………………………………………..

KADINLAR GÜNÜ, KADIN HAKLARI FİLAN…

Kadın…
Nedir kadın?
Karşı cins…
Erkeğin karşıtı…
İki cinsten biri… Ya da üç-dört cinsten biri…

Sürekli olarak aşağılanan, hor görülen, dövülen, öldürülen, evlere hapsedilen, eğitimden uzak tutulan, çocuk fabrikası olarak kullanılan, cinsel bir meta olarak betimlenen; yüzünü örterek kimliksizleştirilen…

Her çağda, her şekilde zulmedilen…
Sözde kadını korumak ve değer vermek için oluşturulmuş sıfatlar, günler ve de kurumlar/kuruluşlar…

“Kadınlarımız, bizim kadınlarımız, Anadolu kadınları, Anadolu anaları…”
“kadınlar günü, anneler günü, kadın dernekleri, siyasi partilerde kadın kolları”
 filan…

Elbette hepsi iyi niyetli ancak, “kadın” ayrımcılığını körüklemeye yaramıyor mu?

Peki, neden “Erkeklerimiz, bizim erkeklerimiz, Anadolu erkekleri, Anadolu babaları” yok!
Neden “erkekler günü -hadi babalar günü var da- erkek dernekleri, erkek kolları” filan yok!

Onların birtakım sıfatlara, korunmaya ihtiyacı yok mu?
Duruma bakılacak olursa bu sorunun cevabı “yok!” oluyor…
Erkeklerin sıfatlara, korunmaya ihtiyacı yok!
Çünkü erkek egemenler toplumların kurallarını oluşturuyor… Onların “sıfatlara, kollara, dallara” ihtiyacı yok…

Ne demişti geçmişte bir aklı evvel?
“Bir kadın olarak sen sus!”
Yani kadın gülemez, konuşamaz… Susmalı, hep susmalı.

Ne diyor Diyanet’in başı?
“Kadınlarımıza hak ettiği değeri İslam verdi.”

“Kadınlarımız” diyor zât-ı muhterem…
Sanki evlerimiz, arabalarımız, atlarımız, tarlalarımız, giyeceklerimiz, yiyeceklerimiz; kısaca “mallarımız” der gibi sahipleniyor…

Sen kimsin muhterem?
Nereden sizin “kadınlarınız” oluyoruz?
Önce sen haddini bileceksin!
Siz önce kafa yapınızı değiştirin muhteremler!

Kadınlar “sizin kadınlarınız” değildir. Böyle konuşabilmek için önce üslubunuzu sonra da kadınlarla ilgili, tahrif ettiğiniz Kur’an ayetlerini düzeltin; Örnek mi istiyorsunuz; işte Diyanet’in sözde yeni meali; “…onları (hafifçe) dövün.” (Nisa, 34) Dayak olayını hafifletmek için bir de paranteze almışlar (hafifçe) dövün diye. Hafifçe dövmek nasıl oluyorsa, bir de tarifini yapsaydınız!

“Kadınlarımıza hak ettiği değeri İslam verdi.” diyor ya zât-ı muhterem. Elbette bu sözde kısmen de olsa haklılık payı var. Şimdi haksızlık etmeyelim…

Evet, kadınlara haklarını 1400 yıl önce İslam verdi… Düşünecek olursak belki Musevi ve Hristiyan dini de kadınlara haklarını vermiştir. Sonuçta dinin bir tek sahibi var, o da Allah… Bütün ilâhi dinlerin ortak adının İslam olduğu* kabul edilecek olursa görünen o ki; Allah’ın verdiği hakları kulun geri aldığı apaçık ortada…

Devam edelim muhteremin cümlesine… Evet, kadınlara haklarını İslam verdi. Ancak sizlerin de temsilcisi olduğu zihniyet, Hz. Muhammed’in ölümünün hemen ardından o verilen hakları fazlasıyla geri aldı. Sonra ne oldu? Aradan 1400 yıla yakın bir zaman geçti ve bir Mustafa Kemal çıktı, kadınlara haklarını iade etti. Kafes arkasından, peçe altından çıkartıp onlara seçme ve seçilme hakkı tanıdı. Kimlik verdi… Sonra ne mi oldu? Mustafa Kemal Atatürk’ün hemen ardından ortaya çıkan eskinin zihniyeti kadına verilen özgürlük haklarını geri almak için bin bir kılıf uydurmaya başladı. Hâlâ da devam ediyor… İşin en üzücü yanı ise bazı kadınların bu durumdan hoşnut oluyor görünmesi…

Peki, hiç düşündük mü?
Neden kadın ya da erkek diyoruz da “insan” demiyoruz…
Kadın, erkek, çocuk; tamamı insan değil mi?
Yanımıza gelen birisini önce insan olarak görmek çok mu zor?

Allah adildir ve kulları arasında cinsiyet ayrımcılığı yapmaz. Nitekim Kur’an’da Allah kullarına “Ey kadınlar!” ya da “Ey erkekler!” diye hitap etmiyor, “Ey inananlar” diyor… Ne demek, ey inananlar? Ey insanlar demek. Burada kadın-erkek ayrımcılığı var mı? Yok!

Ayrıca bazı müfessirler, Yâsîn Suresi 1. ayette yer alan “Yâ-Sîn” hitabını “Ey insan!” olarak çeviriyorlar. Yani Kur’an doğrudan insana hitap ediyor…

Peki, bize ne oluyor da “Allah’ın en güzel şekilde yarattım” dediği bir insana, insan gözüyle değil de sadece kadın ya da erkek gözüyle bakıyoruz!

Biz kimiz ki, Allah’ın en güzel şekilde yarattığı insanı “kadın” diyerek ötekileştiriyoruz, belli kılıflara sokuyoruz ve ona âdeta bir meta gözüyle bakıyoruz…

Kadınlar günü, kadın hakları, kadın kolları filan…
Geçiniz bunları bir kalem.
Önce insan, önce insan!

Tülay Hergünlü

İstanbul, 10 Mart 2022

* Prof. Dr. Süleyman Ateş, “İslam ilahî dinlerin ortak adıdır.”

(http://www.suleyman-ates.com)

 

BENZER HABERLER

İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK HABERLER

ÇANAKKALE KARA SAVAŞLARININ 108. YILI

ÇANAKKALE KARA SAVAŞLARININ 108. YILI

TOPLU İŞ SÖZLEŞMESİ İÇİN İMZALAR ATILDI

TOPLU İŞ SÖZLEŞMESİ İÇİN İMZALAR ATILDI

TBMM’NİN AÇILIŞINA GİDEN TARİHİ SÜREÇ

TBMM’NİN AÇILIŞINA GİDEN TARİHİ SÜREÇ

ÇANAKKALE’YE YENİ EMNİYET MÜDÜRÜ

ÇANAKKALE’YE YENİ EMNİYET MÜDÜRÜ

https://www.burasicanakkale.com ©  2000  - Bütün hakları Saklıdır.