Tülay Hergünlü 17 Kasım 2022 - 12:32 - 2411 Kişi Okumuş
İbni Haldun “coğrafya kaderdir” derken bizim ülkemizi kastetmiş olmalı. Sancılı bir coğrafyanın üzerinde yaşamanın bedelini çok acı ödüyoruz.
Tabi bu yaşadıklarımızı sadece coğrafî konumla ya da “kader” ile izah edemeyiz. Kuşkusuz, Atatürk’ten sonra iş başına gelen mirasyedi iktidarların, bu ülkeyi her açıdan güçlü ve söz sahibi bir ülke haline getirememesinin payı daha fazladır. Ne demişti Mustafa Kemal Atatürk; “Siyasî, askerî zaferler ne kadar büyük olursa olsunlar, iktisadî zaferlerle desteklenmezse payidar olamaz, az zamanda söner.” Türkiye, ekonomik açıdan güçlü olabildi mi; sanayi ve teknolojisini 21. yüzyılın gerektirdiği seviyeye getirebildi mi? Hayır! Hal böyle olunca da emperyalist ülkelerin Türkiye üzerindeki emelleri sona ermiyor.
Yıllardır iç kargaşa, etnik ve mezhepsel kışkırtma ve terör belasını başımızdan eksik etmediler. İşte yine yeni bir terör saldırısıyla karşı karşıya kaldık. 13 Kasım 2022 Pazar günü, İstanbul’un en işlek caddesi olan İstiklâl caddesinde yine bomba patlatıldı. İkisi çocuk, dördü çok genç altı insanımızı kaybettik. Yetkililer, bombayı bırakanın PKK/PYD/YPG terör örgütü mensubu bir kadın terörist olduğunu açıkladılar. Terörist, örgüt tarafından özel istihbarat elemanı olarak yetiştirilmiş ve Afrin-İdlib üzerinden Türkiye’ye eylem yapmak için kaçak yollarla giriş yapmış. (Basın) Bir terörist hem kaçak yollarla ülkemize giriyor, hem de Esenler’e yerleşiyor ve dört ay boyunca bir tekstil atölyesinde çalışıyor. (Basın) Kadının kıyafeti bile normal bir türbanlı ya da çarşaflı kadının tercih etmeyeceği bir askerî kamuflaj kıyafeti…
Ülkemizin sınırlarının âdeta bir “yolgeçen hanına” döndüğünü dünya âlem biliyor. Milyonlarca Suriyelinin, yüz binlerce Afganlının ve sayıları her geçen gün artan Afrika kökenli zencilerin ülkenin dört bir yanında koloniler halinde yaşadığı bunun en açık göstergesi. Türkiye, Cumhuriyet tarihinde böyle bir göç dalgasıyla karşılaşmadı. Ülkenin demografik yapısı değiştirildi. Belki bir 10-20 yıl sonra Türkiye nüfusunun 1/5’i Suriyeli olacak. Tabi Suriyeli nüfusu Afganlılar ve Afrikalılar takip edecek; çünkü her ailede en az üç-beş çocuk var ve de hızla çoğalıyorlar.
Suriyeli seçmen sayısının on kat arttığını belirten Hatay Büyükşehir Belediye Başkanı Lütfü Savaş şöyle diyor; “Sadece Reyhanlı’da en son açıklanan Türk nüfusu 98 bin 500, Suriyeli nüfus ise 131 bin civarında. Reyhanlı’da 12 ilçemizin nüfusundan daha fazla Suriyeli yaşıyor. Suriyelilerin doğum oranı da oldukça fazla.” Sanırız sırf bu açıklama bile Türkiye’deki mülteci tehlikesinin boyutlarının anlaşılması için yeterli olacaktır.
Patlama olayına geri dönecek olursak… 2016’dan itibaren böyle acılar yaşamıyorduk. Ne oldu da terör tekrar gündemimize girdi; şimdilik bilemiyoruz ancak bildiğimiz bir şey var ki gerçekten de çok sancılı bir coğrafyada yaşıyoruz. Şimdi biraz geriye dönelim ve bugünleri neden yaşadığımızın cevabını o günlerde arayalım.
1918 yılı Osmanlı İmparatorluğu’nun tam teslimiyet fermanı olan Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı uğursuz bir yıldır. Anlaşma, 30 Ekim 1918 tarihinde, İtilaf Devletleri adına İngiliz Akdeniz Filosu komutanı Amiral Calthorpe ile Osmanlı Devleti adına Rauf, Reşat Hikmet ve Sadullah Beyler tarafından imzalanır. İmparatorluğun başında, son padişah VI. Mehmet yani Sultan Vahdettin bulunmaktadır. İngilizler hiç vakit kaybetmeden, Musul’u işgal ederler. (3 Kasım 1918) Ortadoğu petrollerinin ele geçirilmesi için ilk adım atılmış, petrol zengini Musul ele geçirilmiştir.
Almanya I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıktığı için Osmanlı Devleti de “yenilmiş!” sayılmıştır. Mondros Ateşkes Antlaşması’nın 7. ve 24. Maddeleri gereği Türk toprakları işgal edilir. Mütarekeye en sert tepki, o tarihte Adana’da bulunan Mustafa Kemal’den gelir. Mustafa Kemal, bu hükümler aynen uygulandığı takdirde vatanın işgal ve istila edileceğini bildirerek yetkilileri uyarır. İngilizlerin Musul’dan sonra İskenderun’a da asker çıkaracağını öğrenince, İngiliz kuvvetlerine karşı mücadele edeceğini bildirir. Bunun üzerine telaşlanan hükümet, Yıldırım Ordu grubunu lağvederek, Mustafa Kemal’i İstanbul’a çağırır. Mondros Antlaşması gereği itilaf devletlerine ait büyük bir filo İstanbul Boğazı’na girerek şehri işgal eder. İngiliz donanmasına ait zırhlılar toplarını Dolmabahçe Sarayı’na çevirirler. Bu duruma bizzat şahit olan Mustafa Kemal yaverine, “Geldikleri gibi giderler!” diyecek ve haklı çıkacaktır.
1919 yılına gelindiğinde Mustafa Kemal artık kararını verir. Kurtuluş hareketini Anadolu’dan başlatacaktır. Bandırma Vapuru ile İstanbul’dan ayrılır; 19 Mayıs 1919 sabahı Samsun’a ayak basar. 22 Mayıs l919 tarihinde ise Sadaret’e bir rapor göndererek şöyle der: “… Millet yekvücut olup hâkimiyet esasını, Türklük duygusunu hedef kabul etmiştir. Artık yaydan çıkan okun geri dönüşü yoktur! Bağımsızlık mücadelesinin meşalesi Samsun’da yakılmıştır.”
1920 yılına gelindiğinde Türkiye istiklâli için savaşırken işgalci devletler de boş durmamaktadır. Türk topraklarında sözde Kürt devleti kurulması için önce Londra’da bir toplantı yaparlar. Buradan bir sonuç alınamayınca, bu kez İtalya’nın San Remo kentinde toplanırlar ve bölgede bir “özerk Kürt devleti” kurma kararı alırlar. Karar, San Remo Antlaşması’nın 5 sayılı toplantı eki ile dünyaya ilan edilir. Bu kararla söz de Kürdistan sınırı, “Fırat’ın doğusunda, Ermenistan’ın güney sınırlarının güneyinde, Suriye ve Irak-Mezopotamya kuzey sınırlarının kuzeyinde çoğunlukla Kürtlerin bulunduğu bölgeler” olarak belirlenir. Yani bugünkü Irak, İran, Suriye ve Türkiye topraklarında bulunan bölgeler… Anlaşmanın uygulanması için İngiltere, Fransa ve İtalya hükümetlerinin oluşturacakları bir de ortak komisyon görevlendirilir. 1922 yılında İngiliz Malaya zırhlısı ile ülkesinden kaçacak olan Padişah Vahdettin; Kral Hüseyin’in çağrısı üzerine önce Mekke’ye gidecek, burada aradığını bulamayınca da ilginç bir tesadüf eseri Türkiye’nin parçalanma anlaşmasının imzalandığı San Remo’ya yerleşecektir…
Mondros Anlaşması’nın üzerinden iki yıl geçmiştir. Bu kez 10 Ağustos 1920 tarihinde Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasını ve emperyalist devletler tarafından paylaşılmasını sağlayan 433 maddelik Sevr Antlaşması imzalanır. İflah olmaz bir Türk düşmanı olan İngiliz Lloyd George, 29 Ekim 1919’da Avam Kamarası’nda yaptığı konuşmada şunları söyler: “Dünyanın en zengin topraklarından biri olan geniş bir ülkeyi (Türkiye) Türk’ün mahvedici nüfuzundan azad eyledik. Medeniyet yüzlerce yıl bu yolda başarısızlığa uğradıktan sonra İngiltere bunu gerçekleştirdi.”
İşte Sevr Antlaşması, bu Türk düşmanı kafaların yıllardır üzerinde çalıştıkları bir emperyalist planın uygulamasıdır. Bütün amaçları, Türkleri Avrupa’dan dolayısıyla da Anadolu’dan kovmak; bereketli topraklarının üzerine oturmaktır. Ancak ve ne yazık ki, mütareke basınının, Veliaht Abdülmecit’in, hatta Tevfik Paşa’nın bile isyan ettikleri Sevr Antlaşması, “Mevcut durumu korumanın, tamamen mahvolmaktan daha uygun olacağı” düşüncesine sahip olan Osmanlı Padişahı Vahdettin tarafından onaylanır. 22 Temmuz 1920’de Yıldız Sarayı’nda toplanan Saltanat Şûrası’nda, Sevr’in maddeleri oylanırken, Damat Ferit şu sözleri söylemiştir; “Paris’te imzalamamız istenen antlaşma, İstanbul’u ve küçük bir toprak parçasını bize bırakıyor. Antlaşmayı imzalarsak, iyi kötü bu kadar bir varlığımız olacak. İmzalamazsak dünya haritasından silinmekle tehdit ediliyoruz. Bu antlaşmanın imzasını oya sunuyorum. Susanlar ‘imzalayalım’ demiş sayılacaktır.”
Sevr Antlaşması, Bizzat Vahdettin’in huzurunda, Saltanat Şurası’na davet edilen 43 kişinin 42’si tarafından kabul edilir. Hâdi Paşa, Rıza Tevfik ve Reşat Halis beylerden oluşan Osmanlı heyeti; 10 Ağustos 1920’de Fransa’da, Paris’in banliyösündeki Sevr kentinin porselen imalâtıyla ünlü fabrikasının çinili konferans salonunda, bu utanç belgesini imzalarlar. San Remo Anlaşması’nın yukarıda belirtilen “Kürt maddesi” de Sevr Anlaşması’nın 62. 63. ve 64. maddesi olarak benimsenir. Bu maddelere göre; Sevr Antlaşması’nın “Kesim III, Kürdistan” başlıklı bölümündeki 62-64. maddelere göre Kürdistan’a önce “özerklik” sonra “bağımsızlık” verilecekti.
62. maddeye göre Sevr Antlaşması’nın yürürlüğe girmesinden sonraki 6 ay içinde İstanbul’da İngiliz, Fransız ve İtalyan hükümetlerinden üçer kişilik bir komisyon toplanıp “Suriye, Irak ve Türkiye sınırının kuzeyinde Kürtlerin sayıca üstün olduğu bölgelerin yerel özerklik planını” hazırlayacaktı. 63. maddeye göre Türkiye, bu komisyonların “Özerk Kürdistan” kararını kendisine bildirildikten sonra üç ay içinde yürürlüğe koymayı kabul edecekti. 64. maddede ise açıkça “Bağımsız Kürdistan” dan söz ediliyordu. “Kürtler bu bölgelerdeki nüfusun çoğunluğunun Türkiye’den bağımsız olmak istediklerini kanıtlayarak” Milletler Cemiyeti’ne başvurursa ve Milletler Cemiyeti de bunu kabul edip Türkiye’den, “bu bağımsızlığı” kabul etmesini isterse, Türkiye bu bölgeler üzerindeki bütün haklarından vazgeçecekti. Maddenin devamında da Musul’daki Kürtlerin bu “Bağımsız Kürt Devleti” ne katılmalarına Müttefik devletlerin hiçbir şekilde karşı çıkmayacağı belirtiliyordu.
Tülay Hergünlü
İstanbul, 14 Kasım 2022
Yararlanılan Kaynak:
Tülay Hergünlü; İngiliz Sicimi’nden Amerikan Bezi’ne -Türkiye’nin Hafızası- 1914-2002
……………………………………………………………………………………………………………..
Coğrafya kader midir (2)
Mustafa Kemal Nutuk’ta o günlerde ülke içinde faaliyet gösteren ve uzantıları günümüze kadar gelecek olan işbirlikçi ihanet kuruluşlarından da bahsediyor. Bu kuruluşlar arasında Diyarbakır, Bitlis, Elazığ illerinde, İstanbul’dan yönetilen Kürt Teali Cemiyeti ve İngiliz Muhipler Cemiyeti (İngiliz Severler Cemiyeti) de vardır. Cemiyet’in resmi kurucusu İngilizlerle işbirliği yapan Sait Molla’dır. Cemiyet’in amacı; “biricik kurtuluş yolumuz, Anadolu’da İngiliz manda ve himayesinin gerekliliğini savunarak, bunu gerçekleştirmeye çalışmaktır…” şeklinde açıklanmaktadır.
İngiliz Muhipler Cemiyeti’ni her ne kadar Sait Molla kursa da cemiyetin üç büyük yöneticisi İngiliz’dir. Bunlardan birisi de Papaz Robert Frew isimli kişidir. Sait Molla’nın, İngiliz rahibi Frew’e yazdığı ihanet mektupları Nutuk’ta yer almıştır. Bu yazışmalardan haberdar olan Mustafa Kemal, Rahip Frew’a bir mektup yazar. Mektupta Sait Molla ile uygulamaya çalıştıkları planın İngiltere ulusunun kınayacağı bir nitelikte olduğunu, İngiliz subayı Nowill’ in Diyarbakır dolaylarında, Müslüman Kürt halkını kışkırtmak için pek çok çalıştıklarını, bir din adamı olarak siyaset oyunlarında hele de boğazlaşmayla sonuçlanacak işlerde rol oynamak sevdasına kapılmaması gerektiğini anlatır. Ancak İngiltere Türkiye üzerindeki oyunlarına devam edecektir.
“Hep kabul ettiğimiz esaslardan biri ve belki birincisi olan hudut meselesi tayin ve tespit edilirken, hudud-u millîmiz, İskenderun’un cenubundan (güneyinden) geçer, şarka doğru uzanarak Musul’u, Süleymaniye’yi, Kerkük’ü ihtiva eder. İşte hudud-u millîmiz budur!”
Gazi Mustafa Kemal, Lozan ile ilgili şu sözleri sarf eder; “… Bu antlaşma, Türk milleti aleyhine, asırlardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşması’yla ikmal edildiği zannedilmiş, büyük bir suikastin yıkılışını ifade eder bir vesikadır. Osmanlı Devrine ait tarihte örneği bulunmayan bir siyasî zafer eseridir.”
Ve yine Mustafa Kemal’in söylediği gibi; dün İstanbul’u zorla işgal etmek suretiyle Osmanlı Devleti’nin yedi yüz senelik hayat ve hâkimiyetine son verenler, Lozan ile Türk milletinin vatanını, hayat ve istiklâl hakkını iade etmek zorunda kalmışlardır. Türkiye’nin başını ağrıtan ve sonraki yıllarda da ağrıtmaya devam edecek olan “Kürdistan” meselesi Lozan’da tamamen devre dışı bırakılır ve söz konusu bile ettirilmez.
Lozan’da; Musul, Kerkük ve Hatay, sınırlarımızın dışında kalmıştır. Hatay, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümüne kadar verdiği eşsiz bir diplomasi mücadelesi ile tek kurşun atılmadan topraklarımıza katılır. Musul ve Kerkük ise Hatay kadar şanslı olamaz; çünkü Atatürk hayata erken veda etmiştir.
Türkleri Avrupa’dan atma ve “Kürt devleti” kurma planları, Türk Kurtuluş Savaşı zaferi ile durdurulsa da, başta İngiltere olmak üzere Batılı ülkeler Türkiye üzerindeki planlarından asla vazgeçmeyeceklerdir. Mustafa Kemal ve silah arkadaşları bir taraftan vatanı emperyalist ülkelerden geri almaya çalışırken, diğer taraftan da Kürt iç isyanlarına karşı mücadele vermişlerdir.
Kürt isyanlarının ilki Osmanlı döneminde Musul’da, Babanzade Abdurrahman Paşa tarafından çıkarılır. (1806) Bu isyanlar Osmanlı-Rus savaşının (1806-1812) ve Sırp isyanlarının çıktığı döneme rastlamaktadır. Yani Osmanlı’nın hem toprak hem de güç kaybetmeye başladığı dönem… 1912 yılında tekrar başlayan Kürt isyanları, Cumhuriyetin ilanı ile aşırı bir hız kazanır. Hakkâri’de başlatılan Nasturi isyanını (1924) başta Şeyh Sait, Seyit Taha ve Seyit Abdullah isyanları (1925) olmak üzere, 1936 yılına kadar başka isyanlar izler.
1937-1938 yılında da Dersim isyanları gerçekleşir. Tunceli isyanları, ilerleyen yıllarda pek çok tartışmaya neden olacak; hem içeride hem de dışarıda “Türkler Dersim’ de Kürtleri katletti!” çığlıkları atılacak; ancak, bu isyanın neden Hatay görüşmelerinin en kritik aşamalarında çıkarıldığı, arkasında hangi ülkelerin yer aldığı konusu sorgulanmayacaktır. Nitekim sonraki zamanlarda tıpkı önceki isyanlarda olduğu gibi Dersim isyanının arkasından da İngiltere çıkacaktır.
1945 yılı, Atatürk’ün izlediği iç ve dış politikalarda bir kırılma noktası sayılabilecek uygulamaların başlangıç yılı olur. Bu yıl, Atatürk’ün üzerinde titizlikle durduğu, bağımsızlık çizgisi terk edilir. Özellikle, ABD ile gerçekleşen yakınlaşmalar çerçevesinde imzalanan anlaşmalarla, siyasî ve ekonomik anlamdaki özgürlüklere son verilecek adımlar atılır. Türkiye rotasını, tamamen ABD ve Batı’ya odaklı bir siyasî yapılanmaya çevirir. 1952 yılında Türkiye NATO’ya üye olur. Kendisine biçilen ilk görev; “Ortadoğu’da İslam Birliği temelinde bir Ortadoğu Birleşik Devletleri (Yeniden Osmanlılaştırma)” kurmaktır.
1957 yılı Mart ayında ABD Başkanı Dwight Eisenhower, ABD Temsilciler Meclisi’nden yetki alarak kendi adıyla bir doktrin (öğreti) yayınlatır. Buna göre ABD, bağımsızlığını korumak için ekonomik kalkınma çabası içine giren Orta Doğu ülkelerine talepleri halinde ekonomik ve askerî yardım yapacaktır. Yine bu ülkelerin istemeleri şartıyla herhangi bir komünist ülkeden gelecek açık silahlı saldırılar karşısında ABD’nin silahlı kuvvetleri kullandırılacaktır.
22 Mart’ta Türkiye, Eisenhower Doktrini’ne katıldığını, doktrinin bölgedeki amaçlarını gerçekleştirebilmek için yardımcı olacağını açıklar. Eisenhower Doktrini ile ABD, Sovyetlerin Ortadoğu’daki etkisini önlemeyi amaçlamıştır. Bu bahaneyle de Türkiye’den üs kullanım hakkı alır. Türkiye’nin ABD’ye üs kullanım hakkı vermesi, SSCB ve Ortadoğu’daki İslam ülkelerinin tepkisini çeker.
1965 yılı geldiğinde Türkiye’de Süleyman Demirel Başbakandır. Batı’nın “Kürt Devleti” kurma planları ise canlılığını korumaktadır. ABD, Başbakan Süleyman Demirel’in ağzını arayarak, İran- Irak ve Türkiye Kürtlerini içeren bir “Türk-Kürt Federasyonu” kurmasını “rica” eder. Demirel konuyu Genel Kurmay’a bildirir. Askerlerin şiddetli karşı çıkışı sonucunda ABD’nin federasyon önerisi rafa kalkar.
Batı’da tek bir şey değişmemektedir; Sevr Anlaşması’nın Kürt ve Ermenistan maddelerinin hayata geçirilmesi amacı… ABD ve diğer Batılı ülkeler tarafından Sevr’in yeniden diriltilmesi çabaları, Orgeneral Turgut Sunalp’i oldukça endişelendirmektedir. Yaptığı konuşmada endişelerini şöyle dile getirir; “Sırtımızdan meydana getirilecek bir Kürt devleti, birçok dost ülkenin de emellerine hizmet edecektir. Ermeniler Türk topraklarında kuracakları Ermenistan’ı Doğu Anadolu’da mı yoksa Kilikya’da mı kuracaklarını tartışıyorlar… Bütün bu faaliyetler maalesef gözümüzün önüne bir Sevr haritası sermektedir… Maalesef bugünlerde Sevr Muahedesi’nin yaşayan hukukî bir belge olduğuna ve uygulanması gerektiğine dair cılız da olsa bazı sesler işitilmektedir…”
ABD, İngiltere’den sadece dünya jandarmalığı görevini değil, yanı sıra sözde “Ermenistan ve Kürt devletleri” hayalini de devralmıştır. Geçmişte İngilizlerin yaptığı gibi Türkiye’yi içeriden ayrıştırmaya çalışacak adımları atmaya başlar. İlk olarak etnik kimliklere dayalı terör örgütlerini Türkiye’nin başına bela eder. 1973’de ASALA (Ermenistan Kurtuluşu için Ermeni Gizli Ordusu) ve 1974’de de PKK (Kürdistan İşçi Partisi 1974) bizzat ABD eliyle kurulur.
Tülay Hergünlü
22 Kasım 2022
Yararlanılan Kaynak:
Tülay Hergünlü; İngiliz Sicimi’nden Amerikan Bezi’ne -Türkiye’nin Hafızası- 1914-2002
…………………………………………………………………………………………………………………..
Coğrafya kader midir (3)
Batı’nın, özellikle de ABD’nin Türkiye üzerinde her zaman bir B ve C hatta D planı vardır…
1975 yılında ASALA terör örgütü sahneye sürülür… Ermenistan’ın Kurtuluşu İçin Ermeni Gizli Ordusu (Armenian Secret Army for the Liberation of Armenia- ASALA) örgütünün amacı, Türkiye’de işgal altında olduğunu iddia ettikleri sözde Ermeni topraklarını kurtarmaktır. ASALA, 22 Ekim 1975’te Viyana’da, Türkiye’nin Avusturya Büyükelçisi Diplomat Hüseyin Daniş Tunalıgil’i öldürmekle adını duyurur. İki gün sonra yine Türkiye’nin Paris Büyükelçisi İsmail Erez ve makam şoförü Talip Şener öldürülür.
Örgüt, Türk hariciyecilerine karşı bir suikast kampanyası başlatmıştır; 1983 yılına kadar kanlı eylemlerini sürdürür ve Türkiye’nin yabancı ülkelerdeki kırk iki diplomatını katleder. Ayrıca Türkiye’de yaptığı eylemlerde; İstanbul, Yeşilköy Havaalanı’na ve Sirkeci Garı’na patlayıcı madde atılması sonucunda dört kişiyi, Kapalı Çarşı’daki bombalama eylemlerinde iki kişiyi, Ankara Esenboğa Havaalanı’na otomatik silah ve bombalarla saldırarak da dokuz kişiyi katleder. Son eylemini ise 1983’te Paris’teki Orly Havaalanı’nda gerçekleştirir. Örgüt, THY’nin bankosuna bomba koyar ve patlama sonucunda ikisi Türk olmak üzere sekiz kişi hayatını kaybeder. Türklerin dışında Fransız, Amerikalı ve İsveçli kurbanların da olması Avrupa’da özellikle de Fransa’da öfkeye neden olur. Çuvaldız kendilerine dönünce Batılı dostlarımız (!) harekete geçer ve katiller yakalanır. ASALA, bazı iddialara göre Türk gizli servislerinin müdahalesi sonucunda ortadan kaldırılır ya da görevini tamamlayarak sahneden çekilir. Onun yerine PKK terör örgütü sahne alır.
1978’de Diyarbakır’ın Lice ilçesine bağlı Fis köyünde, “Partiya Karkerên Kurdistanê”, Türkçe adıyla Kürdistan İşçi Partisi (PKK) kurulur ve birinci kongresini yapar. Abdullah Öcalan başkan, Cemil Bayık başkan yardımcısı seçilir. PKK terör örgütünün amacı; Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğusu, Irak’ın kuzeyi, Suriye’nin kuzeydoğusu ve İran’ın kuzeybatısını kapsayan bölgede bir Kürt devleti kurmaktır. Size de tanıdık geldi mi?
12 Eylül 1980’de Türk Silahlı Kuvvetleri yönetime el koyar. 12 Eylül darbesi;1970’li yılların CIA Türkiye şefi Paul Henze tarafından “Bizim çocuklar başardı!” cümlesiyle ABD Başkanı Jimmy Carter’a bildirilir. ABD Başkanı Jimmy Carter, başkanlık görevinden ayrıldıktan sonra yaptığı açıklamayla;12 Eylül ile ABD’nin rahatladığını, Afganistan ve İran’dan sonra Türkiye’nin istikrarının da kendileri için son derece önemli olduğunu ifade eder. Artık “istikrardan” ne anlıyorlarsa…
PKK, ilk silahlı eylemini 15 Ağustos 1984’te Siirt’in Eruh ve Hakkâri’nin Şemdinli ilçesinde gerçekleştirir; ordu ve polis binalarına saldırır. Türkiye’nin ilk PKK terör şehidi, Eruh baskınında hayatını kaybeden Erzincanlı Komando Er Süleyman Aydın’dır. İkinci şehidimiz Astsubay Memiş Arıbaş ise yine Eruh baskınında ağır yaralanmış ve olaydan beş gün sonra hayatını kaybetmiştir. PKK, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne ilk saldırısını gerçekleştirdiğinde Başbakan Turgut Özal tatildedir. Olayı ciddiye almaz; “üç-beş çapulcu” deyip geçiştirir. Özal, fena halde yanılmıştır. Bu eylem, PKK terör örgütünün Türkiye’deki ne ilk ne de son eylemi olacaktır. Ülkenin nice Süleymanları teröre kurban gidecektir.
15 Ağustos 1986’da Türk savaş uçakları Irak topraklarına girip PKK kamplarını bombalar. (Bu bombalamalar 2022 yılına kadar sürecek ancak, PKK’nın kampları yerinde kalacaktır.) PKK’nın lideri Abdullah Öcalan (APO) ise Lübnan’daki karargâhındadır.
21 Mart 1990’da Nevruz’u bahane eden Örgüt üyeleri; İstanbul, Ankara, Adana, Diyarbakır, İzmir ve Erzurum’da üniversitelerde gösteri düzenler, meydanlarda ateş yakar ve “Bağımsız Kürt Devleti istiyoruz!” şeklinde bağırırlar. Yine Cizre’de Cuma namazından çıkan yaklaşık beş bin kişi, iki saat süreyle gösteri ve yürüyüş yapar. Kadınların da katıldığı gösterilerde; “Kahrolsun Türkiye”, “Kahrolsun Atatürk”, “Yaşasın Kürdistan”, “Yaşasın PKK”, “Yaşasın Apo” diye sloganlar atılır…
1991’de ABD Irak’a, adına “Çöl Fırtınası Harekâtı” da denilen bir harekât başlatır; 1. Körfez Savaşı… ABD’ye; İngiltere, Fransa, Suudi Arabistan, Suriye ve Mısır’ın da aralarında bulunduğu kırka yakın ülke destek vermektedir. Iraklı Peşmergeler, yüz binler halinde Türkiye’ye yığılır. Turgut Özal “Onlar bizim vatandaşlarımızın soydaşları, Bulgaristan’dan da almıştık, bunları da alacağız!” diyerek Kürt mültecileri Türkiye’ye kabul eder. Irak birlikleri; yüz binlerce Kürt, Şii ve rejime direnen sivili, İran ve Türkiye’ye sürer. Aralarında kaç teröristin ülkeye sızdığını ise zaman gösterecektir.
ABD, Kuzey Irak’ta mülteciler için güvenli bölgeler ilan eder ve Türkiye’nin güneyine de çok uluslu “Acil Müdahale Gücü” yerleştirir. ABD’li Çekiç Güç, (ABD-İngiliz-Fransız hava grubu) Kuzey Irak’ta istikrarı sağlamak, Saddam’ın zulmünden kaçan Kürtlerin can güvenliğini temin etmek bahanesiyle İncirlik ve Batman’da üslenir. Ayrıca Irak’ın kuzeyindeki Zaho bölgesinde de askerî karargâh oluşturulur. Sonraki yıllarda, sınırımıza “Truva atı” gibi yerleştirilen bu Çekiç Güç’ün, PKK’lı teröristlere yardım ettiği, lojistik destek sağladığı, helikopterlerle erzak ve askerî malzeme paketleri attığı, Türkiye’den kaçan teröristleri kamplarda sakladığı ortaya çıkacaktır.
Çekiç Güç’ün asıl amacının Kuzey Irak’ı da içine alan bir “Kürt devleti” kurmak olduğunu Mısır’daki sağır sultan anlayacak ancak Türkiye’yi yönetenler bir türlü anlamak istemeyecektir. Kulaklarının üzerine yatmayı tercih eden dönemin iktidar partileri, on iki yıl boyunca Çekiç Güç’ün görev süresini uzatmak için âdeta birbirleriyle yarışacak, sadece Ecevit, “Türkiye’ye zarar vermeyecek yeni bir düzenleme garantisi” olması konusunda ısrarcı olacak, ancak o da sözünü kimseye dinletemeyecektir. Çekiç Güç’ün görevi Irak’ın kuzeyinde “Irak Kürt Bölgesel Yönetimi” adı altında yarı bağımsız bir yönetimin kurulmasıyla 1996 yılında sona erecek; 1997 yılında bu harekâtın devamı olan Kuzeyden Keşif Harekâtı (Operation Northern Watch) uygulayan Birleşik Görev Gücü devreye girecek ve bu harekâtın da görevi 2003 yılında sona erecektir.
Körfez krizi sürerken Avrupa Konseyi Göçmenler ve Mülteciler Komisyonu’nda bir rapor kabul edilir. Buna göre, Körfez Savaşı sonrasında çözülecek sorunlar arasında yer alması gereken Kürt sorununun, Sevr Antlaşması’nda belirtilen “kendi kaderini tayin hakkıyla” ortadan kaldırılabileceği ifadesi yer almaktadır. Raporu hazırlayan Komisyon’un İngiliz üyesi David Atkinson’dır. Komisyonun Türk üyeleri karara sert tepki gösterirler. Mükerrem Taşçıoğlu, “Biz, Sevr’i geçersiz kılmak için harp ettik, Lozan Antlaşması’nı çıkarttık. Şayet o döneme tekrar dönülecekse, İngilizlerin, Fransızların o bölgeye dönmesi, bizim de Osmanlı İmparatorluğu zamanında sahip olduğumuz topraklar üzerinde hak iddia etmemiz gerekir!” der. İsmail Cem ise, “Bu girişimi dikkate almıyorum. Eskiye dönecek olursak, Osmanlı topraklarının bir bölümünün (Kerkük ve Musul) Lozan Antlaşması’na rağmen Türkiye’den koparılışını da tartışmalıyız.” şeklinde konuşur.
Avrupa Konseyi Göçmenler ve Mülteciler Komisyonu’nun raporunun ardından bu kez de İsveç’in Stockholm kentinde bir Kürt Konferansı toplanır. Üç gün süren konferansın sonunda bir de bildiri yayınlanır. Adına “Stockholm Deklarasyonu” denilen bu bildiride; “Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını da içeren insan hakları için Kürt halkının mücadelesine şu şekilde destek olunacaktır” başlığı altında bakın hangi kararlar alınır:
“Kürtlerle ilgili dayanışma komitelerini, dünya genelinde yaygınlaştırmak. Uluslararası platformlara Kürt sorununu taşımak ve gündemde kalmasını sağlamak. Kürt sorununun hükûmetler düzeyinde tartışılmasını sağlamak, hükûmet dışı kuruluşların ilgisini Kürt sorununa çekmek. Dünya medyasında, Kürt sorununun insan hakları boyutu ön plana çıkarılarak destek sağlamak ve medya kuruluşlarına sürekli enformasyon vermek.”
Batı’ya göre ortada bir PKK sorunu değil “Kürt sorunu” bulunmaktadır. SSCB, İran, Irak, Suriye ve Türkiye’de bulunan Kürtlerin bir sorunu vardır ve Batı bu sorunu sözde “insanî” boyutta ele alıp destek verecektir. “İnsanî” boyutla varmak istedikleri nokta ise; bu ülkelerde yaşayan Kürt kökenli vatandaşların “kendi kendilerini yönetme hakkı” ya da yaşadıkları bölgelerde “özerk bölgeler” oluşturularak kendi öz yönetimlerini kurmalarını sağlamaktır. Tam da San Remo Anlaşması’nın 5 Sayılı Toplantı Eki’nde yer alan “Kürt maddesi” ve Sevr Anlaşması’nın, “Kesim III, Kürdistan” başlıklı bölümündeki 62. 63. ve 64. maddelerinde olduğu gibi.
Bitmiyor, bitmez, bitirtmeyecekler…
Tülay Hergünlü
Yararlanılan Kaynak:
Tülay Hergünlü; İngiliz Sicimi’nden Amerikan Bezi’ne -Türkiye’nin Hafızası- 1914-2002
………………………………………………………………………………………………………………….
Coğrafya kader midir (4)
Batı Sevr’den asla ve asla vazgeçmemektedir. Onların düşündüğü elbette Kürt kökenli vatandaşlarımız değildir. Amaçları; Ortadoğu’da sınırları değiştirmek, ülkeleri ve Türkiye’yi parçalamak! Ardında da Kürt özerk bölgelerinde önce “özerklik” ilan etmek, referandumla bu bölgeleri birleştirerek “Büyük Kürdistan” ı kurmak! Tıpkı Sevr’de yer alan maddelerde öngörüldüğü gibi…
SHP, 1991 erken seçiminde seçimlere katılmayan Halkın Emek Partisi (HEP) ile seçim ittifakı yapar ve Abdullah Öcalan’ın idaresinde olan Kürt kökenli milletvekilleri Meclis’e girer. HEP’li vekiller, yakalarındaki PKK renklerini taşıyan mendilleri ile TBMM’ ye gelirler. Hatip Dicle yemin esnasında “Bu yemin metnini Anayasa baskısı altında okuyorum!” der. Meclis’te âdeta kıyamet kopar. SHP Genel Başkanı Erdal İnönü, Dicle ve Zana’yı istifaya çağırır.
Önce kabul etmeseler de “PKK, Kürt varlığını kabul ettirmeye çalışıyor!” sözleriyle terör örgütüne meşruiyet kazandırmaya çalışan Leyla Zana ile Hatip Dicle, Ocak 1992’de, diğer vekiller de Mart ayında SHP’den istifa ederler. Ardından Özgürlük ve Eşitlik Partisi (ÖZEP)’ni kurarlar. TBMM açılışında Kürtçe yemin etmeye de kalkışacak olan Leyla Zana ve arkadaşlarının bu eylemleri ne ilk ne de son olacaktır. Bu arada 1990’da kurulan HEP’in ardından sekiz Kürt kökenli siyasi parti kurulacak, bunlardan 2012 yılında kurulan Halkların Demokratik Partisi (HDP) varlığını günümüze kadar sürdürecektir.
Haziran 1992’de Iraklı Kürt liderlerle görüşen Özal; “Ben karşıyım ama federasyonu bile tartışmalıyız!” cümlesiyle yeni bir tartışma başlatır. İddialara göre Özal’ın “federasyon” dediği, Türkiye’deki Kürtlerle, Kuzey Irak’taki Kürtleri, Türkiye’ye bağlı bir federasyonun çatısı altında toplamaktır. Bilindiği gibi ABD’nin de planı budur…
Gazeteci Uğur Mumcu’nun 7 Ocak 1993’te Cumhuriyet Gazetesi’nde önemli bir yazısı yayımlanır. Iraklı Barzani ailesi ile İsrail Gizli Servisi MOSSAD’ın arasındaki ilişkiyi anlatmakta olan Mumcu, yazısının başlangıcında; “Ortadoğu’nun karanlık bir kuyu olduğu her gün biraz daha anlaşılıyor. Kanıtlanan son ilişki MOSSAD-Barzani ilişkisidir. MOSSAD, İsrail’in gizli istihbarat örgütüdür. Bu örgütün, Kürt lideri Molla Mustafa Barzani ile ilişkileri olduğu söylense daha önce kim inanırdı?” der ve şöyle devam eder: “Barzani‘nin CIA ile ilişkisi artık belgelendi. Kimse bu ilişkiye, ‘Hayır olmadı’ diyemiyor. CIA-Barzani ilişkileri biliniyordu da MOSSAD-Barzani ilişkileri bilinmiyordu”. Mumcu yazının son bölümünde şu soruları yöneltir; “Kürtler sömürgeciliğe karşı bağımsızlık savaşı yapıyorlarsa ne işi var CIA ve MOSSAD’ın Kürtler arasında?…” Uğur Mumcu, İsrail-ABD-Barzani ilişkisini ortaya döken bu yazısından iki hafta sonra 24 Ocak 1993 tarihinde öldürülür.
Uğur Mumcu’nun ardından 5 Şubat 1993’te Özal’ın prenslerinden ve beyin takımından Maliye Bakanı Adnan Kahveci, şaibeli bir trafik kazasında eşi ve kızı ile birlikte hayatını kaybeder. Adnan Kahveci’nin öldürülme sebebinin, 1992 yılında hazırladığı ve Turgut Özal’a sunduğu kapsamlı bir Kürt Raporu olduğu da iddialar arasında yer alacaktır.
17 Şubat 1993’te Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis şüpheli bir uçak kazasına kurban gider. Bitlis Paşa, Kuzey Iraklı Kürt liderlerle görüşmeleri yönetmekte ve onları ABD’nin güdümünden kurtarmaya çalışmaktadır. Eşref Bitlis; “Çekiç Güç varken PKK’yla mücadele başarıya ulaşamaz!” diyerek Çekiç Güç kuvvetlerine karşı çıkmaktadır. Bitlis Paşa, ABD’nin Kuzey Irak’ta oluşturmaya çalıştığı Kürt Devleti’nin, Türkiye’nin zararına olduğunu söyler. İncirlik Üssü’nden kalkan ABD uçaklarının, PKK’ya yardım dağıttığı açıklamasını yaptıktan on gün sonra, Ankara’dan Diyarbakır’a gitmek üzere hareket eden uçağının düşmesi, Eşref Bitlis’in ölümünde suikast şüphesini kuvvetlendirmektedir.
Paşa’nın uçağının “buzlanma” ve “pilotaj hatası” sonucunda düştüğü açıklanır. Kazanın üzerindeki sır perdesi yıllar sonra da kalkmayacaktır. Turgut Özal’ın Bitlis Paşa’yı Genelkurmay Başkanı yapmayı düşündüğünü ancak 1993 Ağustos ayında dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Doğan Güreş’in görev süresinin Başbakan Tansu Çiller tarafından teamüllere aykırı olarak yeniden uzatıldığını kısa bir not olarak ekleyelim.
17 Nisan 1993’te de Cumhurbaşkanı Turgut Özal ani bir kalp krizi sonrası hayata veda eder. Yıllar sonra Adnan Kahveci’nin oğlu ve Özal ailesi, ısrarla babalarının öldürüldüğü açıklamasında bulunacaklardır.
Turgut Özal’ın söylemlerinden sadece birini fikir vermesi açısından buraya alalım; “Türkleştirme tarihsel görevini yaptı. Kemalizm miadını doldurdu. Bölgesel kültürlerin daha geniş bir sosyo-kültürel etkinliğine izin verebiliriz!”
1994 yılı siyasî açıdan da ciddi kırılmaların yaşanacağı bir yıl olur. Mart yerel seçimlerinde RP sandıktan üçüncü parti olarak çıkar. İki büyük şehir İstanbul ve Ankara RP’nin eline geçer.
Türkiye, muhafazakâr yönetimler eliyle hızla din odaklı bir devlet yönetimine doğru evrilirken, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, gündeme bomba gibi düşen bir görüş dile getirir; “Kürt Devleti olgusuna hazırlıklı olmalıyız!”… Ardından da Başbakan Yardımcısı Murat Karayalçın, “Federasyon serbestçe tartışılmalı!” der. “Ne mutlu Türkiye vatandaşıyım, diyene!” cümlesiyle “Baba” dan geri kalmayan Başbakan Tansu Çiller, ileride çok fazla işlevsellik kazanacak olan “Türkiyelilik” kavramının belki de ilk isim annesi olma şerefine nail olur. “Federasyon” düşüncesinin Türkiye’nin bölünmesi anlamına geldiğini bilmiyor olabilirler miydi?
Tesadüfe bakın ki ABD jetleri, Irak’ın kuzeyinde, üç Türk subayının da bulunduğu iki Çekiç Güç helikopterini yanlışlıkla (!) düşürürler. Avrupa Parlamentosu ise Türkiye’ye, “Kürtlere özerklik tanınması” konusunda bir çağrı yapar. Tüm bunlar olup biterken Tansu Çiller, TBMM’de yaptığı bir konuşmada şu ilginç cümleyi sarfeder; “Türkiye, coğrafi bölgesindeki son sosyalist devlet olmuştu. Özelleştirmeyle biz onu yıktık.”
Batılı dostlarımızın PKK terör örgütüne yardım ve yataklığı her boyutta devam etmektedir. 1995 yılında PKK, Londra’da bir özel radyo ile anlaşarak İngiltere’den Kürtçe yayın yapma iznini koparır. Türkiye’nin, iznin iptali konusundaki girişimleri ise sonuçsuz kalır. Ekim 1992’de Kuzey Irak’taki Kürt Parlamentosu “Federe Kürt Devleti” kurulduğunu açıklamıştır. 1995 yılında bu kez, kapatılan Demokrasi Partisi (DEP)’nin yurtdışında bulunan altı eski milletvekili “Sürgünde Kürt Parlamentosu kurmak için bütün hazırlıkların tamamlandığı” açıklamasında bulunurlar. Hollanda, Kürt konferansına ev sahipliği yapar.
PKK’nın aynı zamanda da 5. Kongresi olan bu konferansta “Sürgündeki Kürdistan Parlamentosu Kararları” adı altında, bazı maddeler yayınlanır. Türkiye, Hollanda’nın teröre verdiği destek nedeniyle büyükelçisini derhal Ankara’ya çağırır. Ancak bu durum Batılı dostlarımızı çok da etkilemez. “Sürgündeki Sözde Kürdistan Parlamentosu” nun, 2. toplantısı Temmuz ayında Avusturya’nın başkenti Viyana’da gerçekleştirilir. Avrupa ülkeleri, PKK terör örgütüne destek vermekte âdeta birbirleriyle yarışır hale gelmişlerdir.
Bu arada Almanya’da Türklere ait evlere, dükkânlara ve ibadethanelere PKK yandaş ve sempatizanları saldırılar düzenlemekte, Alman polisi bazısını yakalamakta, çoğunu da ne hikmetse yakalayamamaktadır. Almanya, Türkiye’ye verdiği silahların PKK operasyonlarında kullanılmasını da istememektedir.
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel Batı’nın niyetinin farkındadır. Basına yaptığı açıklamada şunları söyler; “Bunların (Batı’nın) istediğini ben biliyorum. Sevr’i istiyorlar. Fırat’ın ötesini istiyorlar. Ne yapsak Batı’yı tatmin edemeyiz. Biz Osmanlı bakiyesiyiz. Osmanlı’dan 25 devlet çıkmış. İki devlet çıkamamış. Kürt devleti ve Ermeni devleti… Şimdi adam ne diyor? Uzat kolunu. E ne yapacaksınız? Keseceğim. Kolumuzu kestirmeyiz.”
1996 yılı geldiğinde Necmettin Erbakan başbakandır. Bir Afrika gezisine çıkar. Bu gezide ağır bir diplomatik skandal yaşanır. Libya lideri Muammer Kaddafi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Başbakanı Necmettin Erbakan’ı, o meşhur çadırında, “Kürtlere eziyet edildiği” gerekçesiyle suçlar ve “Oldum olası merak etmişimdir, şu gökkubenin altında neden bir Kürt devleti bulunmuyor…” diyerek azarlar. Sözde Kürt devletine destek sadece Batı’dan değil, doğudan da gelmektedir. Erbakan ise bu azarlama karşısında sesini bile çıkartamaz.
Ankara’daki HADEP Genel Kurulu’nda “Vur gerilla vur, Kürdistan’ı kur” ve “Yaşasın Başkan Apo” sloganları arasında PKK ve ERNK (Kürdistan Ulusal Kurtuluş Cephesi) bayrakları açılır. İplerinden koparılarak yere atılan Türk bayrağının yerine alkışlarla Öcalan’ın posteri asılır. Ankara DGM, kongre hakkında soruşturma başlatır. Bayrak indirme olayı yurtta büyük bir infial yaratır. Tüm yurtta bayrak asma kampanyası başlatılır. Türkiye’de bunlar yaşanırken PKK’ya Rusya’dan destek gelir.
“Kürt sorununun çözüm yolları” konulu toplantılara bir yenisi daha eklenir. Türkiye’nin Kürt halkına karşı “soykırım” uygulamakla suçlandığı toplantıda, Rusya’ya gelen PKK üyelerine siyasî mülteci statüsü tanınması konusu gündeme getirilir. Bu, şaşılacak bir durum değildir. Birinci Dünya Savaşı öncesinde Osmanlı’nın sadık tebaası Ermenileri ilk kez kışkırtan ve silahlandıran ülke dönemin Rusya’sı (Sovyetler Birliği) değil midir?
Kazanın altındaki ateş hem içeriden hem de dışarıdan gittikçe harlanmaktadır.
Tülay Hergünlü
İstanbul, 6 Aralık 2022
Yararlanılan Kaynak:
Tülay Hergünlü; İngiliz Sicimi’nden Amerikan Bezi’ne -Türkiye’nin Hafızası- 1914-2002
……………………………………………………………………………………………………………..
Coğrafya kader midir (5)
Batı’nın skandallarının ardı arkası kesilmemektedir. 1996 yılının Haziran ayında İstanbul’da, Birleşmiş Milletler İnsan Yerleşimleri Konferansı -Habitat-II gerçekleştirilir. Toplantı’nın açılışını yapan Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri Butros Gali, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’i kürsüye davet ederken bakın nasıl hitap eder: “Türkiye Federal Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı”… Butros Gali bu kadarla da kalmaz ve İstanbul için; “İstanbul Federe Devleti” ifadesini kullanır.
Butros Gali bunları söylerken; “Medeniyetler Çatışması” kuramcısı ve Türkiye’ye “Yeni Osmanlıcılık” rolünü biçen isimlerden Samuel P. Hantington, bu kez yeni bir tez ortaya atar: “Türkiye İslam’ın lideri olmalı!” Konuşmanın bir bölümünü alalım: “… Eğer Türkiye bir Batılı ülke olma ısrarından biraz vazgeçerse, İslam’a model olur… Demokrasinin bir İslam ülkesinde de mümkün olduğunu göstermeye ağırlık vermeli.” Bölünmüş, Batı’dan kopmuş ve yüzünü Arap ülkelerine dönmüş; İslam ülkelerinin lideri konumundaki bir Türkiye…
Kafalarındaki model bu! Ancak, İslam ülkeleri liderliğini Türkiye’ye bırakırlar mı işte orası çok bilinmeyenli denklem…
Çekiç Güç’ün görev süresinin uzatılması konusunda her zaman olduğu gibi yine sıkıntı yaşanmaktadır. Ecevit, “Amerika, tuğla tuğla üstüne koyarak Kuzey Irak’ta yapay, uydu bir Kürdistan devleti kurmaya çalışıyor. Bunda da önemli oranda yol aldılar!” der… Sonuçta Çekiç Güç’ün süresi bir yıl daha uzatılır. ABD’nin Dışişleri sözcüsü Nicholas Burns, Erbakan hükûmetine teşekkür eder ve RP’nin bu konuda Amerika ile çok iyi iş birliği yaptığını, eylem ve söylemlerden memnun olduğunu ifade eder…
Türkiye’nin Patronlar Kulübü, Türk Sanayici ve İş Adamları Derneği (TÜSİAD) yılın ilk ayında, hazırladıkları “Demokratik Standartların Yükseltilmesi Paketi” nden iki madde yayınlar: Kürtler anadillerini konuşsunlar, istiyorlarsa kendi dillerinde eğitim yapabilsinler ve Genelkurmay Başkanı, Millî Savunma Bakanı’na bağlansın, MGK kaldırılsın! Tabii ki rapor hem bazı patronların hem de Genel Kurmay’ın tepkisini çeker ve apar topar rafa kaldırılır. Ancak AKP iktidarında Kürt maddesi kısmen, diğer madde ise tamamen uygulanacaktır.
TSK, 1997 yılının Mayıs ayında, PKK’nın Kuzey Irak’ta bulunan kamplarına yönelik “Çekiç” adı verilen yeni bir sınır ötesi operasyon başlatır. İki askerî helikopter, PKK tarafından Rus yapımı füzelerle düşürülür; on üç Türk askeri şehit olur. TSK ve Süleyman Demirel, İran’ın açık açık PKK’yı desteklediği; sınırına kaçan teröristleri beslediği, hastanelerinde tedavi ettiği, Türk karakollarına saldırıları önlemediği, örgütün elindeki füzelerin İran üzerinden geçtiği yönünde suçlamalarda bulunurlar. Türkiye’ye düşmanlık peşinde koşan sadece Batı ve Rusya değildir, İslam ülkeleri de koşunun içinde yer almaktadır.
26 Ağustos’ta Belçika’nın başkenti Brüksel’den kalkıp, 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde Diyarbakır’a varması planlanan ve adına Musa Anter denilen bir “barış treni” hazırlığına girişilir. Yolcuları arasında DEP’li vekiller, bazı sivil toplum kuruluşları temsilcileri, gazeteci ve sanatçılar ile Alman, İngiliz, İtalyan, İsviçre, Avusturya kökenli yabancılar ve Hıristiyan misyonerler de bulunmaktadır. Ayrıca Diyarbakır’ı komşu kapısı belleyen ve “Kürdistan bölgesini ikinci vatanım olarak görüyorum ve öyle hissediyorum!” diyen Fransa Cumhurbaşkanı François Mitterrand’ın eşi Danielle Mitterrand (Mitterand yenge) de bulunmaktadır. Elbette bu girişime Türk hükûmeti izin vermez. Sözde “barış treni” terör örgütleri ve dinci cemaatlerin rahatlıkla yuvalandıkları Brüksel’den hareket edemez.
1998 yılında PKK’nın lider kadrosuna ağır bir darbe indirilir. Abdullah Öcalan’dan sonra gelen ikinci isim; biri subay, biri astsubay ve 84 er ile 5’i polis 43 vatandaşın öldürülmesinden sorumlu “Parmaksız Zeki” kod adlı Şemdin Sakık, kardeşi Arif Sakık ile birlikte, Kuzey Irak’ın Duhok kentinde Özel Kuvvetler tarafından düzenlenen bir operasyon ile yakalanarak Türkiye’ye getirilir.
Eylül ayında Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Atilla Ateş, Hatay’da yaptığı bir konuşmada Suriye’ye hitaben “Sabrımızı taşırmasınlar!” uyarısında bulunur. Ardından da Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, “Suriye’ye karşı mukabelede bulunma hakkımızı saklı tuttuğumuzu, sabrımızın taşmak üzere olduğunu bir kere daha tüm dünyaya ilan ediyorum!” der. Başbakan Mesut Yılmaz da Suriye’ye, PKK’ya verdiği desteği kesmesi çağrısında bulunur. Akabinde de bölgeye kuvvet kaydırmaları başlar.
Uyarılara rağmen Suriye tüm suçlamaları reddeder ve Öcalan’ın Suriye’de olmadığını açıklar. Kısa bir not; “Bizde yok!” diyen Şam hükûmeti Öcalan’ın bir de heykelini dikmiştir.
Türkiye, Suriye’ye baskıları artırır; savaş uyarısında bulunur. Mısır, arabuluculuğa soyunur. Türkiye, Suriye’nin suç dosyasını, Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek’e verir. Suriye ise tüm delillere rağmen hâlâ yalan söylemeye devam etmektedir. Türkiye, Suriye’ye PKK elebaşısını iade etmesi için süre verir. Türkiye’nin ciddiyetini anlayan Suriye yönetimi korkudan Öcalan’ı sınır dışına çıkarır. Türkiye, Interpol’ü devreye sokar. Öcalan, önce Yunanistan’a gider, burada iltica talebi kabul edilmeyince aynı gün Moskova’ya geçer. Türkiye’nin baskıları sonucunda Rusya’da da barınamaz, İtalya’ya geçmek isterken Roma’da havaalanında gözaltına alınır.
Türkiye harekete geçer ve Öcalan’ın iadesi İtalya’dan talep edilir. İtalya Öcalan’ı “misafir” ettiğini ilan eder ve Türkiye’ye iade etmez; idam edilmeyeceği konusunda taahhüt verilmesini ister. Türkiye’nin tüm uyarılarına kulak tıkayan İtalya, Öcalan’ı serbest bırakarak lüks bir villaya yerleştirir. Mesut Yılmaz Roma’yı uyarır; “Türkiye’nin dostluğu dostluk ama düşmanlığı da düşmanlıktır!” der. İtalya, Türkiye’nin kararlılığı karşısında geri adım atmak zorunda kalır ve diyalog arayışına girişir. Bu arada sürpriz bir gelişme olur; Papa, Vatikan tarihinde ilk kez Kürtçe konuşur, “Serserave Pirozde” yani yeni yılınız kutlu olsun, der! Sevr kervanına Vatikan da katılmıştır…
1999 yılı geldiğinde Abdullah Öcalan’ın nerede olduğu bilinmemektedir. İtalyan hükûmetinden Öcalan’ın İtalya’da olmadığı açıklaması gelir. Almanya, Yunanistan, Rusya ve Hollanda tarafından da istenmeyen Öcalan, Avrupa’da sığınacak bir ülke aramakta ancak kapılar bir bir yüzüne kapanmaktadır. Ankara, terörist başı Öcalan’ı barındırabilecek ülkelere; “Bundan sonra herhangi bir ülke terör örgütünü destekler veya bölücü başını korursa bu, Ankara’da açıkça düşmanlık olarak değerlendirilecektir.” uyarısında bulunur.
Nihayet Öcalan’ın zorunlu seyahati sona erer. Tarih 16 Şubat 1999’dur. Bordo Bereli Türk komutan, gözleri bağlanmış ve kıskıvrak yakalanmış PKK elebaşısı Abdullah Öcalan’a uçakta şu sözlerle hitap eder: “Memlekete hoş geldin Öcalan!”
PKK elebaşısı daha yargılamanın başlangıcında çözülür. “Annem Türk’tür. Yukarıdakilere söyleyin göreve hazırım… Pişmanım, beni asmayın. Her şeyi anlatacağım!” der. İmralı’daki ifadesinde ise “…Türkiye Cumhuriyeti’ nin gücünü gördüm. Meğer biz boş hayallere kapılmışız. Sonu olmayan bir yolda yürümüşüz!” diyerek devletle iş birliğine hazır olduğunu ifade eder.
1999 Kasım ayında Yargıtay, Öcalan hakkında verilen idam cezasını onar.
Abdullah Öcalan’ın yakalanış hikâyesi çok yazıldı, çizildi; ayrıntılara burada girmeyeceğiz, sadece Öcalan’ın, gazeteci-yazar Tuncay Özkan’a gönderdiği metinden bazı bölümleri aktaracağız ki küresel oyun daha net anlaşılabilsin.
“… Teslim alınmam NATO kararıdır. ABD önderlik etti. … Benim hakkımda NATO seviyesinde karar vardır. Burada önemli olan Yunanistan’ın rolüdür. Bunun iyi görülmesi gerekir. Yunanistan’ın yaptığı korkunçtur. Yaptığı bilinçlidir. Dürüst değiller. Yunanistan, benim ortadan kaldırılmam suretiyle Türkiye’de bir Türk-Kürt savaşı başlatmak istemiştir. … Türkiye’de Kürt sorunu çözülürse, Türkiye artık hiçbir gücün elinde oyuncak olmaz! … Bu oyunu ilk başta hiç kimse anlamadı. Bu bir tuzaktı aslında. İngiltere’nin payı var. Bu tuzağı Türkiye’nin halen sezdiğini zannetmiyorum, en üst düzeyde bile anlaşılmamıştır. … Tuzak, Kürtlere ve Türkiye’ye de kurulmuş aslında. … Israrla şunu vurgulamak istiyorum! Bu oyunda Yunanistan’ın rolü mutlaka açığa çıkarılmalıdır… Benim yakalanmam NATO’ nun çekirdek kanadının işidir. Yunanistan’ın NATO’daki subayları Amerika emriyle Türkiye’ye hizmet olsun diye mi, yoksa birlikte Türkiye’nin başını belaya sokmak için mi yaptılar?”
Bir soru da dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’ten gelir: “Bize niye Apo’yu verdiler onu hâlâ ben de bilemiyorum.”
İlerleyen zamanlarda bu soruların cevapları çok net bir şekilde anlaşılacaktır.
Tülay Hergünlü
İstanbul, 13 Aralık 2022
Yararlanılan Kaynak:
Tülay Hergünlü; “Amerikan Bezi’nden Amerikan Çuvalı’na-Türkiye’nin Hafızası- 1981-2002”
………………………………………………………………………………………………………………………..
Coğrafya kader midir (6)
1993 ve 1994 yılları PKK terörüne en fazla şehit verdiğimiz yıllardır. Milliyet gazetesinde yayınlanan bir tabloya göre 1993 yılında 2 bin 194, 1994 yılında ise 2 bin 137 şehit verilmiştir. 1994 yılından itibaren giderek azalan şehit sayısı, terörist başı Abdullah Öcalan’ın yakalandığı 1999 yılında 319 olarak gerçekleşir. Şehit sayısı 2000 yılında 46, 2001’de 28 ve 2002 yılında da 7 olacaktır.
Siyasiler, Abdullah Öcalan’ın asılması taraftarı değildir. Deniz Baykal, “Öcalan’ı asarsak onu büyük bir cezadan kurtarmış oluruz. Öcalan ömür boyu dört duvar arasında kalıp kendiyle hesaplaşmalıdır.” der. Mesut Yılmaz ise “Öcalan’ın, idam edilmesi halinde mite, efsaneye dönüşeceğini, ona bu fırsatın verilmemesi gerektiğini düşündüklerini” söyler. Batı da aynen böyle düşünmektedir: Öcalan asılmasın, cezaevinden de işimize yaramaya devam etsin…
3 Ağustos 2002 tarihinde, TBMM’de DSP-MHP-ANAP hükûmeti döneminde “Savaş ve çok yakın savaş tehdidi hallerinde işlenmiş suçlar hariç” idam cezası kaldırılır. Ankara 2 No’lu DGM’ce Öcalan’a verilen idam cezasının ağırlaştırılmış müebbet hapse çevrilmesine karar verilir. Öcalan’ın idam edilmeyecek olması AB tarafından memnuniyetle karşılanır…
3 Kasım 2002 seçimlerinde Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti ya da AKP) tek başına sandıktan çıkar. Abdullah Gül başbakan olur. 9 Mart 2003’te gerçekleştirilen ara seçimlerde Recep Tayyip Erdoğan Siirt milletvekili olarak meclise girer; Başbakan Gül’ün istifasını sunmasıyla, 14 Mart 2003 tarihinde “emaneti” devralır ve başbakanlık görevine gelir.
Şubat 2003’te Milliyet gazetesinde yayınlanan bir habere göre Kuzey Irak Parlamentosu, Türkiye’yi de içine alan bir Kürt bölgesini gösteren harita yayınlar. 1999 ile 2004 yılları arasında PKK ateşkes ilan etmiştir. 2003 yılından itibaren sanki yeniden düğmeye basılmış gibi terör olayları yavaş yavaş tırmanışa geçer. Bomba yüklü kamyonlar patlatılır, polis ve jandarma noktalarına saldırılar düzenlenir; evler basılarak asker ve aileleri taranır. Kuzey Irak’a yapılan sınır ötesi kara harekâtında 27, Aktütün’de ise 17 er şehit olur. 2009 yılına kadar şehit sayıları yeniden 100’ün üstüne çıkmaya başlar.
2005 yılında PKK’nın şehir yapılanması KCK (Koma Civakên Kurdistan, Türkçe anlamı ise Kürdistan Topluluklar Birliği) kurulur. 2005’te Başbakan Erdoğan Diyarbakır’da yaptığı bir konuşmada; “Kürt sorunu benim sorunumdur. Her sorunun çözümünün adresi biziz.” der. 2007 yılında Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturan Abdullah Gül, Kuzey Irak için “Kürdistan” ifadesini kullanır. Mayıs ayında ise “Kürt sorunu Türkiye’nin birinci sorunudur ve mutlaka halledilmelidir.” şeklinde açıklama yapar. PKK tek taraflı ateşkesi uzattığını bildirir.
Neler olmaktadır?
29 Mart Yerel Seçimlerinde Kürt siyasi çizgisinde faaliyet gösteren Demokratik Toplum Partisi (DTP) oylarını yükseltir. DTP’li Pervin Buldan duyduğu coşkuyla; “Kürdistan sınırlarını belirledik. Yani, Van’ı aldık, Siirt’i aldık, 86 yıllık geleneği bozarak Iğdır’ı aldık. Hakkâri’de yüzde 90’lara varan oy oranına ulaştık. İsteseler de, istemeseler de bugün bu coğrafyada, kabul etseler de etmeseler de Kürt halkı vardır. Bu coğrafya, Kürdistan coğrafyasıdır. Bugün bu ülkede sayın Abdullah Öcalan, bu halkın iradesidir.” açıklamasında bulunur.
Dedik ya düğmeye yeniden basılmıştır. Kürtçü partilerin toplantı, miting ve kongrelerinde Türk bayrakları yer almamaya, İstiklâl Marşı söylenmemeye, saygı duruşunda bulunulmamaya başlanır. Adına “Çözüm süreci, açılım süreci, demokratik açılım veya Kürt açılımı” denilecek olan süreç başlatılır. 2009 yılında da devamı niteliğindeki “Millî Birlik ve Kardeşlik Projesi” hayata geçirilir. DTP Eşbaşkanı Emine Ayna, “Demokratik özerklik, İskoç modeli, federalizm ya da bağımsızlık, hepsinin tartışılması gerekir!” der. DTP’li Hatip Dicle de, “Demokratik özerklik projesi çerçevesinde Türkiye’nin üniter yapısını bozmadan 20-25 bölgeye ayrılması gerekir” tezini ortaya atar. Başbakan Erdoğan’a göre ise Türkiye’de 36 etnik unsur vardır…
BDP’ li Osman Baydemir “… Özerk Doğu Karadeniz olacak, Özerk Orta Karadeniz olacak, aynı zamanda Demokratik Türkiye Özerk Kürdistan olacak… Bununla birlikte her bölgede bölgesel parlamento olacaktır. Bu bölgesel parlamentolardan bir tanesi de Kürdistan Bölgesel Parlamentosu olacaktır… Belediye binamızın önünde ay yıldızlı Türk bayrağımızla sarı kırmızı yeşil bayrağımız dalgalansa ne olur?” der. Adalet Bakanlığı, AİHM’e verdiği “Öcalan’ın koşulları değişecek” taahhüdü doğrultusunda Öcalan’ın tecridini kaldırır ve on yıldır kaldığı yerden İmralı’ya nakleder; yanına da arkadaş olarak dört PKK’lı ile bir TİKKO davası hükümlüsünü gönderir. İmralı cezaevi Öcalan’ın avukatları, partisinin mensupları ve ailesi tarafından âdeta “yolgeçen hanı” na çevrilir.
Çözüm sürecinde yaşananlar hâlâ hafızalarımızda tazeliğini korumaktadır; Habur rezaleti, 62 sanatçıdan oluşturulan “âkiller” grubu, 21 Mart 2013 ve 21 Mart 2015’te Abdullah Öcalan’ın mektubunun hem Türkçe hem de Kürtçe olarak Nevruz kutlamaları çerçevesinde Diyarbakır’da okunması, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’ne Türkçe ile birlikte Kürtçe “Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi” yazılı yeni bir tabela eklenmesi, Kürdistan Partisi’nin kurulması, vs…
Kobani olayı… IŞİD (2002’de kurulan Irak ve Şam İslam Devleti)’in Suriye’nin Kürt kantonlarından biri olan Kobani’yi kuşatır ve kaçan yüz bin Kürt Türkiye’ye sığınır. IŞİD’in elindeki Musul konsolosluğunda görevli 49 rehine Türkiye’ye getirilir. Öcalan, “Kobani düşerse çözüm süreci biter” açıklamasında bulunur. ABD Kobani’de PKK’nın Suriye yapılanması YPG’ye havadan silah ve mühimmat indirir. Türkiye’nin Suriye’ye askerî operasyon yapmasına ve yabancı askerlerin Türkiye’de bulunmasına izin veren tezkere TBMM’den geçer. Öcalan’ın mektubu bu kez TBMM’de okunur. Bir terör örgütü liderinin “memleket yönetimine dair” önerilerinin, tarihte ilk kez TBMM tutanaklarına geçirilmesi sağlanmıştır.
HDP yönetimi Kobani nedeniyle herkesi “sokağa” çağırır. Çıkan olaylarda iki gecede 46 kişi öldürülür, 682 kişi yaralanır. 35 şehir 68 ilçede çatışma çıkar; yüzlerce okul, işyeri, kamu binası, banka şubesi, onlarca PTT şubesi, siyasî parti ve dernek binası tahrip edilir, yüzlerce resmî ve sivil otomobil kullanılamaz hale gelir, marketler yağmalanır. Yedi şehir; Diyarbakır, Batman, Muş, Siirt, Mardin, Bitlis ve Van’da sokağa çıkma yasağı ilan edilir. Amerikan haber kanalı CNN International Kobani olaylarını aktarırken yayınladığı haritada Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerimizi “Kürdistan” olarak gösterir. Abdullah Öcalan, cep telefonundan HDP eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’a Kobani olayları için “sağduyu çağrısı” mesajı gönderir ve olaylar bıçak gibi kesilir… Ve ABD’ den bir açıklama gelir; “Işid’le mücadele etmek için PYD ile temas halindeyiz.” Ardından ABD Başkanı Barack Obama’nın Başbakan Erdoğan’a telefon etmesi ile Türk topaklarından Kobani koridoru açılır…
Tarih 29 Ekim 2014. Başka tarih yokmuş gibi Barzani’nin silahlı kuvvetleri Cumhuriyet Bayramı’nda silahlı teçhizatlarıyla Türk topraklarında âdeta resmigeçit yapar. Erbil’den yola çıkan silahlı konvoy, Habur’dan Türkiye’ye girer; Şırnak, Mardin, Şanlıurfa güzergâhını katedip, Kobani’ye geçer. Türk topraklarında Kürdistan bayraklarıyla karşılanırlar; kurbanlar kesilir, havai fişekler patlatılır, halaylar çekilir. Yüzlerce otomobil konvoya eşlik eder. Bir bölüm silahlı güç THY uçakları ile Erbil’den havalanıp, Şanlıurfa’ya iner. Benzin istasyonunda yedikleri lahmacunların parasını devletin Şanlıurfa valiliği öder. Böylece Kobani olayı ile Suriye tezkeresindeki “Türk topraklarında yabancı asker bulundurulması” maddesinin nedeni 29 Ekim 2014’de anlaşılmış olur.
Türkiye, PKK terörünü sonlandırabilmek ve barışı sağlamak adına, 16 Temmuz 2014’te “Terörün Sona Erdirilmesi ve Toplumsal Bütünleşmenin Güçlendirilmesine Dair Kanun” çıkararak önemli bir adım atar. Ancak terör örgütleri bu süreci silah bırakmak için değil bilakis ülke içinde yeni yığınak ve silah depoları oluşturmak ve çatışmaları şehirlere taşımaktan yana kullanırlar. Tüm faaliyetlerde örgüte bölge belediyelerince de destek verildiği iddiaları basında yer alır. 2015’te Suruç katliamı ve ertesi gün iki polisin şehit edilmesiyle sonuçlanan Ceylanpınar cinayetleri sonrasında 23 Temmuz 2015 günü Kuzey Irak’taki PKK hedeflerine yönelik hava operasyonları çözüm sürecinin fiilen bitmesine neden olur. Ardından “Hendek operasyonları” olarak bilinen askerî operasyonlar başlar.
Çözüm sürecinin sağladığı “hoşgörü” ortamını fırsat bilen PKK ve yandaşları başta Sur, Cizre ve Nusaybin ilçe merkezleri olmak üzere çeşitli mahallerde hendekler kazarak bölgeye ulaşımın önüne geçmek için silahlı mücadeleye girişirler. Bölgede polis ve askerî araçların kentlerin içine girmesini engellemek amacıyla hendekler kazarlar. Örgüt elemanları yol kontrolleri yapmaya başlar. Askerî operasyonların yapıldığı bazı bölgelerde sokağa çıkma yasakları uygulanır. Bazı bölgeler de geçici süreyle askerî güvenlik bölgesi ilan edilir ve bir dizi tedbir alınır. Bu olaylar Nusaybin’de büyük tahribatlara sebep olur. İlçe yaklaşık dört ay kapalı kalır ve altı mahalle tamamen yıkılır.
Nisan 2015’te Abdullah Öcalan üzerindeki tecrit yeniden derinleştirilir. 7 Temmuz 2015-27 Mart 2016 tarihlerini kapsayan 265 gündeki çatışmalarda; tüm bölgede güvenlik gücü ve sivil halktan hayatını kaybedenlerin sayısı 700’e yaklaşır. Terör örgütü de verdiği ağır kayıplar nedeniyle geri çekilmek ve şehir savaşlarını sonlandırmak zorunda kalır. Hendekler kapatılır, barikatlar kaldırılır. Bölgede güvenliğin sağlanmasıyla da sokağa çıkma yasakları sona erdirilir.
Yaşanan tüm bu olaylar Bülent Ecevit’in “Bize niye Apo’yu verdiler onu hâlâ ben de bilemiyorum.” sorusunun cevabı niteliğindedir.
***
6 bölümlük yazı dizimizde, 1920 yılında başlatılan San Remo sürecinin, önceleri İngiltere ve bazı AB ülkelerince, günümüzde de ABD tarafından aynen sürdürüldüğünü anlatmaya çalıştık. Yaşadığımız coğrafya belki bir kaderdir; işgal ve istilalara açıktır ancak Türk milleti bu makûs kaderi İstiklâl Savaşı ile durdurmayı başarmıştır. Ekonomisi ve silahlı kuvvetleri güçlü bir Türkiye her zaman bu kaderin üstesinden gelecektir ancak “büyük plan” da hız kesmeden devam etmektedir. Emperyalist ülkeler, içerideki yandaşlarının da desteğiyle, Türkiye’nin güçlenmesine fırsat vermemek için etnik ve dinî argümanlarını her fırsatta sahaya sürmektedirler.
Türkiye bulunduğu bölgede güçlü ve oyun kurucu bir ülke durumuna gelmedikçe de bu büyük oyun sona ermeyecek; Türkiye, evlatlarını şehit vermeye devam edecektir. Etnik bölünme tehdidine ilave olarak saplandığımız Suriye bataklığı, milyonlarca mültecinin yarattığı kültürel yok olma ve yaklaşan seçimlerin ardından Cumhuriyet’in laiklik ilkesinin karşı karşıya kalabileceği tehdidi birlikte değerlendirecek olursak önümüzde çok zorlu bir süreç olduğu ortadadır.
Millet olarak kenetlenmek, içeriden ve dışarıdan gerçekleştirilmeye çalışılan bu tehlikeli süreci birlikte atlatmak zorundayız. Başka çıkar yol yoktur.
Tülay Hergünlü
İstanbul, 18 Aralık 2022
Yararlanılan kaynaklar:
https://www.sozcu.com.tr/2020/yazarlar/yilmaz-ozdil/kobani-6063439/
https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/892071
https://www.odatv4.com/guncel/iste-cozum-surecinin-kronolojisi-1108151200-79963
https://www.cnnturk.com/turkiye/baslangictan-bugune-gun-gun-cozum-sureci?page=42
Tülay Hergünlü; “Amerikan Bezi’nden Amerikan Çuvalı’na-Türkiye’nin Hafızası- 1981-2002”
BENZER HABERLER
İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK HABERLER