27 Ekim 2022 - 14:57
1415 Kişi OkumuşCumhuriyet’in 100. Yılına girerken (1)
Geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanı tarafından atanmış bir şahıs şöyle bir cümle sarf etti:
“Tarihteki en sert kültürel devrim Türkiye’de yaşanmıştır. Mesela Fransız Devrimi her şeyi yıkmıştır ama lügate yani dile dokunmamıştır. Yine en sert devrimlerden bir tanesi MAO’nun Çin’de yaptığı kültürel devrimdir ve o da dile dokunmamıştır. Ama maalesef bir kültür devrimi olarak Cumhuriyet bizim lügatimizi, alfabemizi, dilimizi, hâsılı bütün düşünmemizi yok etmiştir.” (Basın)
Bu cümleler, siyasî iktidarın Cumhuriyet karşıtlığını net bir şekilde ortaya koyması açısından önemlidir. Çünkü bu sözlerin sahibi Cumhurbaşkanı baş danışmanıdır. Dolayısıyla, Cumhurbaşkanı’nın bilgisi dışında böyle bir cümle kullanması düşünülemez.
Nedir bu Cumhuriyet’e, kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e ve Türk diline duydukları kin ve nefret?
Neden sürekli Osmanlı’yı göklere çıkarırken, Cumhuriyet’i ve devrimlerini yerden yere vurmaktadırlar?
Mustafa Kemal, Büyük Nutuk’un başlangıcında, “19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktım. Genel durum ve görünüm:” ifadesiyle Osmanlı’nın son dönemlerini çok çarpıcı cümlelere ortaya sermektedir. Bir özet halinde sunalım:
“Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu grup Dünya Savaşı’nda yenilmiş, Osmanlı Ordusu her tarafta zedelenmiş, ağır şartları olan bir ateşkes antlaşması imzalanmış. Dünya Savaşı’nın uzun yılları boyunca millet yorgun ve yoksul bir durumda. Milleti ve memleketi Dünya Savaşı’na sokanlar, kendi hayatlarının derdine düşerek, memleketten kaçmışlar. Saltanat ve Hilafet makamında bulunan Vahdettin soysuzlaşmış, kendini ve yalnızca tahtını koruyacak alçakça önlemler araştırmakta. Damat Ferit Paşa’nın başkanlığındaki hükûmet zavallı, beceriksiz, onursuz ve korkak; yalnızca Padişah’ın buyruğuna bağlı ve onunla beraber kendilerini koruyabilecek herhangi bir duruma razı.
Ordunun elinden silahları ve cephanesi alınmış ve alınmakta… İtilaf donanmaları ve askerleri İstanbul’da. Adana ili Fransızlar; Urfa, Maraş, Antep İngilizler tarafından işgal edilmiş. Antalya ile Konya’da İtalyan askerî birlikleri, Merzifon ve Samsun’da İngiliz askerleri bulunuyor… 15 Mayıs 1919’da İtilaf Devletlerinin onayıyla Yunan ordusu İzmir’e çıkartılıyor.
Bundan başka, memleketin her tarafında Hristiyanlar; gizli, açık, özel istek ve amaçlarının gerçekleşmesini sağlamak ve devletin bir an önce çökmesi için uğraşıyorlar.”
Atatürk Nutuk’un devamında İstiklâl Savaşı’na giden süreci ve sonrasını noktasına, virgülüne kadar anlatmakta, milletine âdeta hesap vermektedir.
Atatürk, Türk bağımsızlık savaşını başlatmak üzere Anadolu’ya geçmiş ve meşaleyi Samsun’da yakmıştır. Sonrasına Amasya, Erzurum ve Sivas Kongreleri gerçekleşmiş ve burada “Millî sınırlar içinde vatan bölünmez bir bütündür; parçalanamaz.” kararı alınarak tüm dünyaya ilan edilmiştir. İstanbul’un fiilî işgali üzerine; “… Bugün, İstanbul’u zorla işgal etmek suretiyle Osmanlı Devleti’nin yedi yüz senelik hayat ve hâkimiyetine son verildi. Yani bugün Türk milleti, medenî kabiliyetinin, hayat ve istiklâl hakkının ve bütün istikbalinin müdafaasına davet edildi.” diyerek
Türk milletine içinde bulunulan durumun vahametini açıklamış ve Türk milletini vatan müdafaasına davet etmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun Damat Ferit hükümeti ise İngiliz baskıları karşısında Şeyhülislam Dürrizade Abdullah Efendi’ye birbirini tamamlayan beş fetva yayınlatarak Kuva-yi Milliye mensuplarını “eşkıya kuvvetleri” olarak vasıflandırmış ve “eşkıyalarla savaşmanın dinî bir zorunluluk olduğunu” halka bildirmiştir.
Hanedanın ve hükûmetinin “Bölünmez, bağımsız, hür ve çağdaş bir Türkiye!” diye bir dertleri yoktur. Onlar sadece saltanatlarını sürdürmek derdindedirler ve bunun için de din adına fetva verdirmekten hiç çekinmezler. Ülkenin kurtuluşu için canını ortaya koyanlar, onlar için sadece birer “eşkıya” dır. Devamında gelen fetvalarda ise bu “eşkıyalar” la savaşmayan ya da kaçan askerlerin büyük suç işlemiş olacakları ve şeriat yasalarına göre en ağır cezalar ile cezalandırılacakları; eğer savaşırlarsa gazi olacakları, öldürülürlerse şehitlik mertebesine yükselecekleri açıklanmaktadır. Ne kadar tanıdık değil mi?
İngilizlere ve Damat Ferit’e en güzel cevap, Ankara’da verilmiş; 23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi açılmıştır. Emperyalist devletler ise Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasını ve paylaşılmasını sağlayan 433 maddelik Sevr Antlaşması’nı imzalamakla meşguldür. Ancak emperyalist plan tutmaz, Millî İktidar daha da güçlenir ve 1921 Anayasası (Teşkilat-ı Esasiye Kanunu) kabul edilir. Anayasa’da yer alan ve Cumhuriyet rejimini tarif eden bir madde ise padişah yanlılarını telaşlandırır: “Egemenlik, kayıtsız ve şartsız milletindir!”
I.İnönü ve II. İnönü Zaferlerinden sonra 22 gün 22 gece süren, Atatürk’ün deyimiyle; Melhame-i Kübra (büyük kanlı savaş) olan Sakarya Meydan Muharebesi kazanılır. Ardından da Büyük Taarruz yani Başkomutanlık Meydan Muharebesi ile Anadolu’yu işgal eden İngiltere destekli Yunan Ordusu Dumlupınar’da imha edilir. (30 Ağustos 1922)… Başkomutan Mustafa Kemal Atatürk, 1 Eylül günü tarihe geçen ikinci emrini verir: “Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!” İzmir’in kurtuluşu ile birlikte düşman denize dökülür ve kesin zafere ulaşılır. (9 Eylül 1922)
1 Kasım 1922’ de iki başlılığa son verilir. Alınan bir kararla önce Saltanat (siyaset) makamı, Halifelik (hilafet) makamından ayrılır. 3 Kasım 1922’de de Saltanat tamamen kaldırılır. Padişah’ın, tüm Müslüman milletlere önderlik etme görevine son verilir. Zaten Padişah, fiiliyatta böyle bir görevi hiçbir zaman tam manasıyla uygulama alanı da bulamamıştır.
Mustafa Kemal, halifeliğin kaldırılmasına karşı çıkanlara şöyle hitap eder:
“Efendiler, hâkimiyet ve saltanat kimse tarafından hiç kimseye ilim icabıdır diye görüşmeyle tartışmayla verilmez. Hâkimiyet ve saltanat kuvvetle, kudretle, zorla alınır. Osmanoğulları Türk milletinin hâkimiyet ve saltanatına zorla el koymuşlardır. Bu haksız durumu altı yüzyıldan beri sürdürmüşlerdir. Şimdi de Türk milleti bunlara hadlerini bildirerek, hâkimiyet ve saltanata isyan ederek idareyi kendi eline almış bulunuyor. Bu bir oldubittidir…”
İşte zurnanın tam da zırt dediği “yer” burasıdır: Türk milletinin, Osmanoğulları hanedanına hadlerini bildirerek, hâkimiyet ve saltanata isyan ederek idareyi kendi eline almış olması. “Padişah’ın yerinde kalacağı” hayalini kuranlara Mustafa Kemal tokat gibi bir cevap vermiştir.
TBMM’de kabul edilen tek maddelik bir yasa ile Ankara, yeni devletin başkenti olarak ilan edilir. Ve heyecanla beklenen o gün gelir; 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edilir… Mustafa Kemal oybirliğiyle Cumhuriyet’in ilk Cumhurbaşkanı olarak seçilir.
Üç kıtada 624 yıl hüküm süren Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasının üzerinde artık genç Türkiye Cumhuriyeti yükselmektedir. Düşünülürse; Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bir şekilde Osmanlı Devleti’nin mirasına sahip çıkarak, tarihten silinmesine de izin vermemiştir! Eğer sömürgeci ülkelerin mandaterliği kabul edilseydi, belki Vahdettin’in İstanbul’da saltanat sürmesine izin verilirdi ama sonu ne olurdu; onu da Cumhuriyet karşıtlarının hayal gücüne bırakıyoruz…
Tülay Hergünlü
İstanbul, 25 Ekim 2022
Yararlanılan kaynaklar:
-Osmanlı’da Halkla İlişkiler, Prof. Dr. Metin Kazancı, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi
( https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/177955)
-Tülay Hergünlü, “İngiliz Sicimi’nden Amerikan Bezi’ne- Türkiye’nin Hafızası- 1914-1980) Klaros Yay. 2022
……………………………………………………………………………………………….
Cumhuriyet’in 100. Yılı’na girerken (2)
Padişah yanlılarına hırslarından tırnak yedirecek adımlar birer birer atılmaktadır. “Müslümanları bir Halife hayaliyle hâlâ oyalamaya ve aldatmaya çabalayanlar, özellikle Türkiye’nin düşmanlarıdır.” diyen Atatürk, 1 Mart 1924’te Meclis açılışında yaptığı tarihî konuşmada; Ulus’un, Cumhuriyet’in, şimdi ve gelecekteki bütün saldırılardan kesinlikle ve sonsuza kadar korunmuş olmasını istediğini belirterek; “…Eğitim ve öğretimin birleştirilmesi” ile “İslam dininin, yüzyıllardan beri yapılageldiği üzere bir siyaset aracı olarak kullanılmaktan kurtarılması ve yüceltilmesinin şart olduğunu” açıklar.
Bu konuşma sonucunda Meclis’te karşı çıkışlar olur, sesler yükselir. Hilafet makamının devam etmesinden yana olanlar ikna edilir ya da onlar ikna olmuş görünürler. Sonuç olarak 3 Mart 1924 tarihinde çıkarılan kanunlarla üç büyük devrim yasası yürürlüğe girer: Şer’iye ve Evkaf Vekâleti kaldırılır, yerine Diyanet İşleri Bakanlığı ve Vakıflar Genel Müdürlüğü oluşturulur. Böylece laiklik ilkesinin de temeli atılır. Tevhid-i Tedrisat (Öğretim Birliği) ile eğitime millî birlik ve nitelik kazandırılır. Halifelik kaldırılır. Halk artık padişahın bir kulu değil, vatandaştır! Ülke artık padişahın değil, halkındır! Aynı şekilde Devlet de padişahın değil halkındır! Kısaca, artık patron olan halktır…
Diyanet’in başının minberde lanet okuduğu Mustafa Kemal, bugünkü Diyanet’in de kurucusudur. “Tanrı’ya Arapça ile mi yoksa ana diliniz Türkçe ile mi tapınacaksınız? İrtica bataklığını kurutmak için önce buna karar vereceksiniz. Yoksa sonsuza kadar sivrisineklerle mücadele edeceksiniz.” diyen Atatürk, elbette Diyanet’i saltanatın bir aracı olarak değil, okuma-yazma bilmeyen, kendi kitabının ne dediğini anlamayan halka, kendi dinini kendi dilinden öğrenmesi için Diyanet’i kurmuş ve Kur’an’ı da Türkçeye tercüme ettirmiştir.
Prof. Dr. Metin Kazancı; “Osmanlı İmparatorluğu’nda Halife-Sultan, Allah’ın yeryüzündeki temsilcisidir ve halk bunu kabul etmiştir. Bu durum halkın kural koyma yetkisini elinden almış, en basit bir istekte bulunmasının bile önü kapatılmıştır. Halife-Sultan, dinsel kurallara uymak zorunda olmasına karşın dünyevî sorumluluğu bulunmayan, kimseye hesap verme durumunda olmayan bir otoritedir. Çünkü o, bütün eleştirilerin ve yanlışlıkların dışında tutulmaktadır. Padişahın tek sorumluluğu Tanrı’ya karşı olup, o da bu dünya ile ilgili değildir. Dinî hukuka göre yani şeriata göre davranmak, temel ilkedir.”* demektedir.
1928 yılında, laiklik konusunda ciddi bir adım atılır. Anayasa’da yer alan “Türkiye Cumhuriyeti’nin dini İslam’dır” hükmü kaldırılır. (10 Nisan 1928) Artık milletvekilleri ve cumhurbaşkanı yemin ederken, “Vallahi” yerine “Namusum üzerine söz veririm!” diyeceklerdir. Devlet ile din işlerinin ayrıldığı, devletin, din ve vicdan özgürlüğünün gerçekleşmesi bakımından yansız olması anlamına gelen “laiklik” kelimesinin Anayasa’da resmiyet kazanması ise 5 Ocak 1937’de gerçekleşecek; Anayasa’nın 2. maddesinde şöyle denilecektir: “Türkiye Cumhuriyeti; Cumhuriyetçi, Halkçı, Devletçi, Laik ve İnkılâpçıdır.”
Laiklik ilkesi, CHP’nin 1927 Kurultayı’nda zaten benimsenmiştir. Laiklik kelimesinin Anayasa’ya girmesi, bazı çevrelerce hoş karşılanmaz ve homurdanmalar başlar. Günümüzde bu kişilerin torunları, TBMM’de Meclis Başkanlığı koltuğuna oturmakta ve “laiklik” maddesinin Anayasa’dan çıkarılmasını talep etmektedir.
Laiklik, Cumhuriyet, Türkçe ve Türk milleti kavramları, hiç hoşlanmadıkları kavramlardır.
Cumhuriyet’in en büyük devrimlerinden biri de Harf (Yazı) Devrimi’dir. 20 Mayıs 1928’de uluslararası rakamlar kabul edilerek kullanılmaya başlanır. Kasım ayında ise, uzun zamandır üzerinde çalışılan Harf Devrimi gerçekleştirilir. Atatürk; 9 Ağustos 1928’de, Sarayburnu Parkı’nda CHP’nin gerçekleştirdiği bir toplantıda, yeni Türk alfabesini davetlilere tanıtarak, Türk Harf İnkılâbı’nı başlatır. 1 Kasım 1928 günü Meclis, yeni Türk Harfleri Kanunu’nu kabul eder. Bu Kanun, 3 Kasım 1928 günü Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girer. Atatürk, Sarayburnu Parkı’nda gerçekleştirdiği konuşmasında şunları söyler:
“Asırlardan beri kafalarımızı demir çerçeve içinde bulundurarak, anlaşılmayan ve anlayamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak, bunu anlamak mecburiyetindesiniz. Anladığınızın âsarına yakın zamanda bütün kâinat şahit olacaktır. Buna kat’iyetle eminim.”
Osmanlı toplumunda halk ve ordu mensupları Türkçe konuşmaktadır. Ancak halkın neredeyse tamamı okuma yazma bilmemektedir. Akademisyen, yazar İlber Ortaylı, “Osmanlı’da halkın yüzde doksanı cahildi.” demekte; tarihçi Sinan Meydan ise “Harf devrimi öncesi Osmanlı’da okuma yazma oranı erkeklerde yüzde 7, kadınlarda binde 4, Güneydoğu’da yüzde 1, toplamda yüzde 5-10 bile değil!” açıklamasında bulunmaktadır.
Prof. Dr. Metin Kazancı, Osmanlı toplumunda halkla ilişkilerin toplumun yarısı için yani erkek nüfus için bir anlam ifade ettiğini belirttiği aynı makalesinde şunları da yazmaktadır: “Çünkü kadınlar toplumsal sistemin, yönetsel sistemin, siyasal sistemin hatta günlük yaşantının dışında tutulmuşlardı. Osmanlı düzenlemeleri ve uygulamaları yalnızca erkekleri muhatap almıştır. Kadınlar için devletin getirdiği kurallar yalnızca sınırlayıcı ve yasaklayıcıdır. İşte bunlardan birkaç örnek: Kadınların belirli saatlerden sonra dışarıda dolaşmaları yasaktı.
Kadınların aynen Roma İmparatorluğu’nda olduğu gibi devlet dairelerinde çalışmaları yasaktı. Kadınlar vergi ödemezdi. 1573 yılında, erkeklerle bir araya geliyorlar diye kadınların, o zamanlar çok meşhur olan Eyüp kaymağı yemek üzere bu semtteki kaymakçılara girmeleri yasaklanmıştı. III. Selim (1789-1807) zamanında çıkarılan bir emirname ile kadınların vücut hatları belli oluyor diye Engürü şalisinden (Angora) entari kestirip giymeleri yasaklanmıştı. Ayrıca bunları diken terziler dükkânlarının önünde idam edilecekti. Fatih’ten Abdülhamit dönemine kadar geçerli olan padişah fermanına göre, kayıklara erkek ve kadının birlikte binmesi yasaktı. Gerekçe olarak ‘kayıkta fuhuş yapılıyor ve kayıkçılar büyük paralar alıyor’ deniyordu.”*
Ne kadar tanıdık değil mi?
Devam ediyor Prof. Kazancı; “Görüldüğü gibi o gün de tıpkı günümüzde olduğu gibi devlet, insanların fakirlikleri ile değil namuslarıyla uğraşıyordu.”*
Osmanlı’da, köylünün öküzünün bile sayıldığını ancak kadınlara nüfus sayımında yer verilmediğini biliyoruz. Öküz kadar değerli olmayan kadınlara haklarını ve değerlerini geri kazandıran, Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyet’tir. Hal böyle olunca da günümüz iktidarlarının Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyet ile sorunlarının olması çok normaldir. Sonuçta saltanatları ellerinden alınmış, aidiyet duygusu taşıdıkları Arap kültürü Cumhuriyet ile birlikte ortadan kaldırılmıştır. Türk milleti özüne dönmüş, kadınlar, Osmanlı ile birlikte ellerinden alınan medeni haklarını geri kazanmışlardır.
Ne yazık ki günümüz iktidarının Arap sevgisi öncekilere taş çıkartacak boyutlara ulaşmaktadır. Ülkeye doldurulan milyonlarca Suriyeli, Iraklı ve diğer Arap mülteciler Türkiye’ye adapte edileceklerine, Türkiye ve elbette Türkçe onlara adapte edilmekte, Arap dili ülkede ikinci resmi dil olma yolunda hızla ilerlemektedir. İktidara yandaş bir gazetecinin, “Bu ülkeyi biz Araplaştıracağız. Büyükşehirlere Arap mahalleleri kuracağız.”** sözleri boşuna söylenmiş sözler değildir…
Türkçeye savaş açtıklarının bir başka delili ise, geçmiş konuşmalarında “Türkçe öldü” diyerek İmam Hatiplerde Türkçe konuşmayı yasaklayan bir şahsın Millî Eğitim Bakanlığı’na Bakan yardımcısı olarak atanmasıdır. Bir yazısında atamaların arkasında Cumhurbaşkanı’nın oğlu olduğunu belirten Cumhuriyet gazetesi yazarı Barış Terkoğlu aynı yazısında şunları söylüyor; “…Nazif Yılmaz, Milli Eğitim’de din eğitiminde radikal tutumuyla biliniyor.
2014’te Din Öğretimi Genel Müdürlüğü’ne getirilen Yılmaz, tüm okulların imam hatibe dönüşmesi için çalıştı. Dahası… Nazif Yılmaz ‘Türkçe öldü’ diyerek imam hatiplerde Türkçe konuşmayı yasaklamayı öneren isim. Yayımladığı bildiri unutulur mu: ‘Arapça öğretilirken ikinci bir dil kullanılmaması gerekir. Öğrenciler, öğretmenleri ile ancak Arapça diyalog kurabileceklerdir. Öğrenci teneffüslerde öğretmeni ile ancak Arapça konuşabilir. Ya konuşur ya da yanında tercüman getirir.”***
“Cumhuriyet bizim lügatimizi, alfabemizi, dilimizi, hâsılı bütün düşünmemizi yok etmiştir.” diyen AKP Grup Başkanvekili Mahir Ünal’a da Sinan Meydan tarihî bir cevap verdi; onu da özetleyerek verelim: “…İkinci yüzyıla girerken Harf Devrimi üzerinden Cumhuriyet’e saldırmak bilimle açıklanamaz, ahlâkla açıklanamaz. Hangi geçmişten kopmaktan bahsediyorsunuz? Hangi kültürel birikimden kopmaktan bahsediyorsunuz? Zaten kopuktunuz! Zaten hiçbir bağınız yoktu! Hiçbir kültürel birikimle, okuma yazma bilmeyen bir toplum hangi kültürel bağı kurabilir geçmişiyle? Okuma yazma oranı yüzde bir bile değildi diyorum Anadolu’nun pek çok kentinde… Kırk bin köyün 37 bini okulsuzdu, Cumhuriyet kurulurken. Siz kimi kandırıyorsunuz? …
Fakültenin adına bak; ‘Dil Tarih ve Coğrafya’… Bizi geçmişimizden koparan Cumhuriyet”, nasıl geçmişimizden koparıyorsa bizi, ‘Dil Tarih ve Coğrafya’ diye fakülte kuruyor. Tam tersi. Çünkü Cumhuriyet’in hedefi bizi geçmişimize bağlamaktı. Geçmişle buluşturmaktı bizi. Harf devrimi oldu geçmişten koptuk diyor ya; kardeşim kâğıdın yoktu, kâğıdın. Hangi geçmiş! Kâğıt üretemiyordun. Kâğıt fabrikan yoktu senin. Hangi kültürel birikimi nereye basıyorsun! Cumhuriyet kurulurken imparatorluktan bir kâğıt fabrikası devralmadı. … Zannedersin ki kâğıt fabrikaları var ülkede, harıl harıl kâğıt basıyor birileri, o kitaplar raflardan taşıyor, millet kütüphanelerden çıkmıyor. Türkiye kâğıt fabrikasını 1926’da kurdu. Beğenmediğin Cumhuriyet kurdu, Atatürk kurdu; o nesil kurdu. Soru şu; kim kapattı?”
SEKA Selüloz ve Kâğıt Fabrikaları AKP döneminde kapatıldı ve Türkiye kâğıtta dışarıya bağımlı hale getirildi…
Yazıyı Mustafa Kemal Atatürk’ün bir sözüyle bitirelim: “Cumhuriyetimiz öyle zannolunduğu gibi zayıf değildir. Cumhuriyet bedava da kazanılmış değildir. Bunu elde etmek için kan döktük. Her tarafta kırmızı kanımızı akıttık. İcabında müesseselerimizi müdafaa için lâzım olanı yapmağa hazırız.”
Cumhuriyetimizin 99. Yılı kutlu olsun! 100. Yıl’ında üstümüze çöken bu kara dumandan kurtulmak dileğiyle…
Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları ile dünden bugüne tüm şehitlerimize rahmet diliyoruz. Vatan sizlere minnettardır.
Tülay Hergünlü
İstanbul, 25 Ekim 2022
Yararlanılan Kaynaklar:
*Prof. Dr. Metin Kazancı; Osmanlı’da Halkla İlişkiler, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi
(https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/177955)
**https://www.birgun.net/haber/akp-li-yazar-bu-ulkeyi-biraz-araplastiracagiz-269356
***Barış Terkoğlu, “Çocuklarımız Bilal Erdoğan’a Emanet” başlıklı yazı, Cumhuriyet, 22 Ocak 2022
Tülay Hergünlü; İngiliz Sicimi’nden Amerikan Bezi’ne -Türkiye’nin Hafızası- 1914-1980) Klaros Yay. 2022
BENZER HABERLER
İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK HABERLER